İzleyiciler

13 Ekim 2022 Perşembe

Az Kalsın Şiir Yazıyordum.. (Tövbe Estağfurullah)

 


Sözlerime tövbe ederek başlamak istiyorum. Hatta içerisinde bir parça kalp ağrısı da ekleyebilirim.

Bu da nereden çıktı şimdi tövbe estağfurullah, dün az kalsın şiir yazıyordum. Hem de önce yazdıklarımdan çok farklıydı.

Öncelikle şair olmadığımı ve asla şair olmadığımı ifade etmek isterim. Lütfen bu sözlerimi ciddiye alın. Ben asla ama asla şair değilim.

2-3 kere sinirlendiğimde yazmıştım. Onları da sır gibi saklıyorum. Allah muhafaza biri okur da beni şair zanneder diye korkuyorum.

Aslında ne olduysa, benim yüzümden oldu.

Her şeyin sorumlusu benim. Ama ne yaparsınız ki insan kendi omuzlarına ağır geliyor.

Aahhh bunları söylemek istemiyorum ki neden bunlardan bahsediyorum?

Sonbaharı hiç bu kadar hissetmemiştim. Sonbaharla hiçbir şarkıyı şimdiye kadar kombinlememiştim. Yaş aldıkça insan ömründen, ne kadar da farklı şeyler yapıyor?

Hangisi kendimiziz bilmiyorum.

Şu yazıyı okuyup bir şey anlayan olursa, ne olur bana da anlatsın.

Kendimi bu leveli geçebilmek için bütün tuşlara aynı anda basıyormuşum gibi hissettim bir an.. Bütün kelimeleri aynı anda  kullanmak istiyorum zira. (Ziğra da olur)

Neyse dündü diyerek geç de olsa başa dönüp, konuyu açayım.

Dündü..

Mohammad Motamedi dinliyordum, sesini açtım. İyice açtım. Yoluma bir âşık çıktı. Sonra açtığım sesi ona dinlettim, gözleri doldu.

Gözyaşları benden aktı.

Sonra baktım, kulağıma bir ses fısıldıyor. Usulca ‘sema bunun şiirini yaz’ diye vesvese veriyor..

Evet evet, kafayı yedim. Ama bu yeni değilken neden bir şiir kendini kulağıma fısıldıyor ki?

Benim yanımda âşık olmayın arkadaşlar, sonra sözleriniz bana sirayet ediyor. Korkuyorum sizin yüzünüzden şair olacağım diye ki şair olmayı asla istemiyorum.

Şiir olayı bana göre değil, hem Zeyneb de kızıyor zaten; kendine gel sen Nesimi değilsin diyor. Lütfen benim yanımda âşık olmayın, ben Nesimi değilim.

Ve bu yazının itiraf kısmına gelelim. Bundan yıllar önceydi, bir arkadaşıma dua etmiştim. İnşaallah âşık olursun diye. Duamın çat diye kabul olacağı tuttuysa demek ki, kız birazdan çok perişan oldu.

Sonra zaten konuyu kapattık. Ve şiir de yazmıyoruz. Hepimiz kendimize gelelim.

Zaten Ekim’den yana bir yaram var, ikincisine lüzum yok. Herkes sakin olsun, biri bir çay koysun.

Hoşça kal.

 

 

12 Eylül 2022 Pazartesi

Bir Aşk'ın Kıyısından Döndüm..

 


Bir şiir dinliyordum az önce..

Şu an aşırı bulanık görüyor gözlerim.

Neden böyle başladım sözlerime bilmiyorum.. Hayırlısı olsun.

Şiiri dinlerken, birden içime bir başlık düştü. Nasıl dolduracağım altını bilmiyorum. Ama düştü işte.

O zaman dedim başlayalım, başlıklar genelde bir şeylerle doludur. Yani umarım öyle olur. Şiirin hangi şiir olduğunu söyleyeyim de neden böyle bir başlık attığım açıklığa kavuşsun.

İbrahim Sadri- Sensiz Yarım şiirini okumaya başladı. Bugün bu şiiri ilk defa duydum. Oldukça etkiledi beni.

Sonra bir anda başlığımı buldum. Altını boş bırakarak.

Boşlukları doldurunuz. Noktalı yerlere kendinizin hangi aşkın kıyısından ya da nasıl bir aşkın kıyısından geçtiğinizi anlatınız.

Bir örnekle başlamak isterim. Ama o kadar çok anlatasım yok ki hiçbir şeyi.

O kadar çok yazmak istiyorum ama o kadar çok anlatmamak istiyorum ki anlatamam. İçimde yarım kalmamış, içimde kaybolmuş ve hatta yok olmuş heveslerim var.

Onları ne yapmalıyım?

Bilenler yanıtlasınlar. Heves bozulur mu? Kaç gün kalır? Küflenir mi? Tükenir mi? Ve bütün bunlardan herhangi biri hevesimizin başına gelirse ne yapmalıyız?

Kan vermek yeterli mi?

Günlük tutmaya başladım. Ama sürekli yazıyorum. Sonra ne yapacağım bilmiyorum. Bir de nedense yazarken beni sürekli izleyen biri var gibi, cümlelerim hicaplı.

Bütün içimdekiler, yine içimde; bu ne biçim günlük tutmak be?

Şimdi fark ettim, başlığımın altını doldurmak istemiyorum.

Kaçıyorum içimdeki kelimelerden. Hani söz söyleyene kadar senin esirindir, söyleyince sen onun esiri olursun derler ya; öyle değil bendeki, beni işgal etmiş sözler.

Canıma okuyorlar içimde. Ben okuma bilmiyorum dedikçe sıkıyorlar yüreğimi.

Bir yaz geçti penceremden, sahi ne çabuk bitti yaz..

Ben başlığımdan bağımsız yazdıkça, ben yazdıkça nefesimi sıkıyor içimdekiler.

Sanki çok yakındım Aşk’a. Sanki kıyılarında duruyordum, ha düştüm ha düşecektim. Sonra ne olduysa, bir anda düştüm dünyaya.

Aşk dünyalı değilmiş a dostlar. Aşıkların mekanı da yeryüzü değilmiş.

Aman oldu işte bir şeyler. Olmadı bir şeyler olanlar yüzünden.

Evet, şimdi daha iyi anlıyorum. Yazmak kar etmeyecek. Gidip günlüğüme beni dikizleyen gözü hissederek hicaplı cümleler kaydedeyim.

Bir bardak çay da iyi gelir.

İbrahim Sadri de neden bu kadar güzel şiir okuyor? Hayret bir şey..

Ve büyük bir acıyı yüreğime kaydettim tam 1 hafta 2 gün önce. Acı bir hüzün. Keder..

Bu yazıdan çıkmazsam içim dışıma çıkacak..

31 Ağustos 2022 Çarşamba

İz.. (Amacından Çıkan Bir Yazı)

 


Ne derin izler taşıyoruz elimizde, yüzümüzde, kalbimizde, gözümüzde, ruhumuzda..

Dün düşünüyordum. Ayak seslerini, adımları, rüyalarımı.

Ben rüyalarımda dahi alıyorum sevdiklerimin kokularını. Ayak izlerinden tanıyorum geleni, gideni.. Bu bir lütuf mu bela mı bilmiyorum.

Şimdi dün düşündüğüm yerden bin fersah uzaklıktayım.

Ve şimdi de Rüveyda kafamı karıştırıyor. Hani şu Nurullah Genç’in Rüveyda’sı var ya, heh o işte.

Dün gece 11.40 sularında başlayıp gece 03.00’e kadar devam eden bir hücum sanki sözlerimi eritti dilimde.

Bugünlerde anlatmak istediğimde kekelediğimi fark ediyorum.

Bazı cümleleri kuramıyorum. Anlatmak istediğimde sesim kısılıyor. Ama ben Mevlana değilim, bunu daha önce de söylemiştim.

Ben kelimelere hükmeden bir şair hiç değilim.

Zaten şair de çok uzaklarda, kim bilir hangi şarkıyı dinleyip ağlıyor. Çok oralı da değilim açıkçası.

İçimde bir değirmen kurulmuş sanki, bir şeyler çok içimde kalınca öğütülüyor gibi. Ama nasıl bir öğütmeyse, sanki eriyor.

Duygularımda eksiklik yok, ama hissizlikler baş göstermeye başladı. Ve kimden geldiğini bilmediğim lavantanın kokusu şu an beni bir tıktan çok sakinleştirdi.

Konularım ah canım hatta cağnım konularım, dağılmakla ün yaptınız. Zihnimin karmaşası ne çok ya Rabb’im. Ve ben ne kadar çok toparlanamıyorum. Artık dağınık kalmaya mı alıştırsam kendimi bilmiyorum.

İzden girdik, sözde durduk. Neydik ne olduk..

Buradan beni anlamayan herkese sesleniyorum. Anlamadığınız yerleri sormayın, ben de anlamıyorum.

O yazıyı dün yazmalıydım.

Ama o zaman bu hissettiklerimin çok ötesinde olacaktım.

Bugünlerde olur olmadık sözler doğuyor içimde, geçen sanki bir kelime kulağıma fısıldadı kendisini. Seri bir şekilde susmasını rica ettim. Çünkü emretmek hoş değil.

Peki, niye yazıyorum bu yazıyı? Hedefim ne?

Dün bir not aldım, ama ondan sonra işte ne olduysa oldu. Notuma verdiğim söze sadık kalmak adına bunları yazsam da, içimde kopup dağılan, uçup giden onca kelimeyi bir araya nasıl getireceğim ben?

Bundan yıllar öncesi geldi aklıma, bir söz duymuştum ‘bin parçaya bölünsem de sen gel dediğinde gelmem mi sandın?’ söz direkt olarak bu olmayabilir. Hatta hatırlamıyorum duydum mu kendim mi yazdım, ama çok etkilendiğim kesin.

Şimdi o gücü içimde bulamayışım, şimdi o kadar etkilenmeyişimin sebebi; dün içimden uçup gidenler mi?

Neden toparlanmak bu kadar zor oldu be kızım?

Çay içelim, çok çay..

Yoksa açılacak içimde henüz kabuk bağlanmamış yaralar. O değil gücüm de buraya kadar.

İtiraf mı şimdi bu da anlamadım. Blogumu amacı dışında kullanıyorum resmen. Yer yer şikayetname, sitemname, çayname, gamname, dertleşmename oluyor. Hayırlısı.  

 

25 Ağustos 2022 Perşembe

Arabesk Bir Başlık (Merhemsiz Yaralar)




‘bilirsin karadut lekesi kolay çıkmaz. Babaannem, 'hadi ağlama, şimdi çıkartırım ben onları' dedi. Sonra karadut ağacının yanına gidip birkaç dut yaprağını kopardı, avcunun içinde parmaklarıyla ezdi, köpürttü. Elimi, yüzümü dut yapraklarıyla ovalamaya başladı. Çünkü karadutun lekesini sadece kendi yaprağı çıkarırmış. Babaannem, insan da aynı bu ağaç gibidir demişti o gün bize. Yarasına ilacı başka yerde arayan her zaman yanılır. Her yaranın merhemi kendi dalındadır.’

Hadi bir alıntıyla başlayalım bu sefer yazımıza.

İçimi dökmek istemiyorum. Şair gibi ‘zor sığdırdım zaten’ demeyeceğim. Ama istemiyorum işte.

Sadece bu alıntının beni çok etkilediğini, ama artık yara olanın da merhem olduğuna inancımın kalmadığını duyurmak istiyorum.

İnsan öyle bir aşamaya geliyor ki, yarayı açan da merhem olmuyor.

Çocukken duymuştum, bir filmde olması lazımdı. Panzehirler zehirlerden elde ediliyormuş. Bu yaşıma kadar buna hep inandım. Hatta bir itiraf da buraya bırakayım, birçok insanı da buna inandırdım. Yarasıyla gelene merheminin yarasında olduğunu söyledim. İnanıyordum çünkü

Ama şimdi diyorum ki panzehir de zehre iyi gelmiyor artık. Ama, ama Yaralar hep açık kalmaz ama değil mi (dimi)? kalmamalı değil mi (dimi)?

Bunu söyleyecek birini bulmam lazım. Birine anlatmalıyım.

Merakla dinlemeli beni ve ben ağlaya ağlaya susmalıyım.

İçimden konuştuklarımı da duymalı sonra. Çünkü ben bağıra bağıra susmalıyım.

Belki buradaki merhemden kasıt yarayı bizde açan değil, kendimizizdir bilemiyorum.

Şu an böyle düşündüm ama Sahar Mohammadi (Seher Muhammedi) kafamı karıştırıyor. Aklımı başka yerlere götürüyor. Sanki bana şiir yaz demek ister gibi bir sesi var.

Siz hiç Sahar Mohammadi’den Chahar Pare parçasını dinlediniz mi? Dinlemediyseniz dinleyin. İnsanın ruhuna bir şeyler üflüyor.

Üflemek dediysek; mesela Sahar Mohammadi kulağına üflüyor. Ama bazı insanları tanıyorum, onlar gönle üflüyor. Bazıları ömrün sur’unu üflüyor. Bazıları ruha yeni bir üflüyor.

Neyse ortalık zihnimden karışık. 1 saat önce twitter gündemine baktım vaveyla dedim. Allah sonumuzu hayretsin.

Cümlenin başına dönelim hadi. Nasıl olur da yarayı iyi etmez yarayı açan?

Bugün kız kardeşimle telefonda konuşuyorduk.

 İnsanda aşkın bir noktaya gelip kendisini nasıl yaktığını söylemek istedim. Bu isteğimle gözümün önüne Mevlana’nın Üç Kelebek şiiri düştü.

Dizlerim titredi. Cümleyi tamamlamaya nefesim yetmedi.

Sonra yazının başlangıcındaki alıntıyı anımsadım. İşte iyi karadutun yaprağı da iyi gelmiyor karadutun lekesine artık. Ateşe atlamak lazım belki de kim bilir.

Ve cümlelerimin sonuna gelirken, günler önce 5 tane gülün dalında kuruduğunu gördüm. Oturdum başlarında ağladım. (Fotoğrafını da masanın üzerinde çektim, yazının başına ekledim..inşaallah siz de ağlarsınız)

Canım yandı.

Beni bunlar incitiyor ya Rabb’im..

Bu dünyada kuruyan çiçek, ölen kuş, ağlayan çocuk, sevgisiz kalp.. Bunlar çok incitiyor beni.

Üff..

  

21 Ağustos 2022 Pazar

'Söz' Bitti..


Sanki tüm sözler söylenmiş gibi ve tükenmiş gibi kelimeler.


Mesela birini sevmek için yeni kelimeler ve cümleler yok artık yeryüzünde. Hepsi kısa bir süre önce tükenmiş gibi..

Artık sevgi sözcükleri bulamıyoruz mesela, sanki üretimi durdurulmuş.

Sanki artık sevilmiyor gibi kimse, öyle hiçbir sebep de yokken..

Büyük kelimeler sarf ediyoruz kavga ederken.. ne acı..

Tartışırken mesela sanki kuşanmış savaşa gidiyor gibi, karşımızdakini yok ediyoruz kelimelerle..

Yok olunmuş sanki..

Gece gece kelimesiz kaldım, söz bitti gibi.

Garip bir burukluk var yüreğimin üstünde.. keşke gösterebilsem..

Lâl olmak değil bu, dilsizleşmek değil.

Unutmak hiç değil, bu düpedüz yalnızlık.

Dündü.. bir şiir okudum.

O sözler beni o kadar etkiledi ki, o sözleri okurken aklıma gelen kişiye yolladım..

Beni sarsan, içimde depremler uyandıran, gözlerimi dolduran ve ardından sevince boğan..

Tam bir duygu yoğunluğu işte. Yolladığım an içim sanki  mucize arıyor gibiydi. Kulaklarım fetih suresini duymayı bekliyordu..

Derken sabah oldu ve beni sarsan, ardından mutlu eden sözler; acıya dönüştü.. Binlerce ümidi ve kendime ait duyguları içinde biriktirdiğim sözler şimdi ıstırap veriyor bu çok acı değil mi?

Şimdi aynı satırlara değemiyor gözlerim.

'Meğer' dedim, 'her cümle herkeste aynı değilmiş'

Beni sarsan cümleler, cevapsız bir mesaja dönüştü..

Yine de olsun dedim, şiirdir.. tabi içim aynı olgunlukla karşılamıyor çaktırmıyoruz :)

Ama bugün, az önce hatta kendi kendime sözün artık bittiğini hissettim..

Artık hiçbir kelime sanki etki etmeyecek gönüllerde..

Ne zehir ne şerbet kalmadı kelimelerin büyüsünde..

Başımız sağ olsun..

Sonra bir an bize 'cee ee' yapan evreni düşündüm. Eğer size de 'cee ee' yapıyorsa lütfen ciddiye alın. Zira, siz onu ciddiye alana kadar o 'ce eee' uzuyor gidiyor..

Bir de size eğer bir şaka yapmışsa ona gülün, güldürene kadar şakanın dozu hep artıyor. Sonra birgün geliyor sözsüz kalıyorsunuz..

Çok karıştım yine a dostlar..

Geceden serin ve selamet çıkalım ümidi ile..  

Hoşça kalın, çünkü neden kalmayasınız?

31 Temmuz 2022 Pazar

Mektup Arkadaşım..


Sevgili dostum,


Nasılsın? İyi misin?

Beni soracak olursan şükür diyelim. Bugün hava çok sıcak. Normalde sadece Ağustos ayında ısınan ben, Temmuz'un sonu da ısındım çok şaşkınım..

Normalde dışarı çıkmak istedim, ama hava sıcaklığı buna engel oldu ben de evi süpürdüm.

Sana rüyamdan bahsetmek istiyorum. Rüyamda Batman eriyordu ve eridiği yerden Örümcek Adam çıkıyordu. Örümcek adamın yanında da bi adam vardı o da Jakie Chan'di ve Örümcek Adam'a nasıl ağ atması gerektiğini öğretiyordu.

Onların o fantastik hallerini o an bulunduğum evin bahçesinde bıraktım ve evin içine girdim. Bir kadın yüzünden çok ağladım. Rüyalarda da acı çekiyor insan dostum..

Uyuyunca da geçmiyor..

Öyle işte. Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar.


Sevgili Sema,

Öncelikle mektubun için teşekkür ederim. Hiçbir zaman yazmayacağını düşünüyordum, beni yanılttın. Ardından halimi hatrımı sormuşsun teşekkür ederim. Bilmediğin gibiyim. Nasıl olduğumu bilmiyorsun diye böyle diyorum..

Temmuz'un sonunda ısınmanın sebebi senin değil, dünyadaki sistemin değişmesi. Artık ne bahar bahar gibi, ne kış kış gibi. Kendine yorma yani. Sen hiçbir şeyin kirlenmediği dünyada hala üşüyorsun.

Orayı görmedim, varlığını da bilmiyorum ama bence öyle..

Olmalı..

Aldığım bir duyuma göre kahve içmeye başlamışsın hem de sevdiğini söylemişsin. Şaşırdım.  Afiyet olsun.

Rüyanı da hayra yoralım. Ve gerçekte geçmeyen şeylerin tekrarını yaşadığımız bir alandır rüyalar. Bu yüzden rüyalarına diren ve hayal kurarak uyu..

Ama itiraf etmeliyim seni ağlatan rüyanın bir kısmı beni güldürdü.

Yeni mektubunu beklemeyeceğim.

Ben ise rüyamda ne gördüğümü hatırlamıyorum ve evi de süpürmedim. Dışarı çıkmayı da istemiyorum. Evde oturmak daha cazip geliyor açıkçası.

Hoşça ve dostça kal.

27 Temmuz 2022 Çarşamba

Depresyonumsularım ve Çözümsüzlükleri..

 


Merhaba,

Ben birkaç kere depresyona girdim. Ve hepsinden biraz yaralanarak çıktım.

Şimdi canımın içi Songül Can’ım’ın isteği üzerine bir deneme yazıp dergilere göndermek istiyorum. Fakat bir grup kadının aşırı yüksek sesle ve hepsinin aynı anda konuşması neticesinde, içimdeki sessizlik bölünüyor.

Karışık zihnimi seviyorum ama zahiren karışık ve kalabalık bana göre değil.

Anlamadığım ve daha fazla üzerinde yorum yapmayacağım, merak ettiğim bir şey var; hepsi aynı anda, üstelik bağırarak konuşarak nasıl anlaşıyorlar?

Birkaç zamandır depresyonlarımı düşünüyorum. Sanırım içinde bulunduğum hal ile ilgili; evet, biraz depresyondayım.

Daha önce birkaç kere daha girmiştim.

O kadar sessiz girmiştim ki, kimse fark etmemişti. Zayıflık değil, fakat gözyaşımı dahi kimse görmedi. Ama şimdi öyle değil.

Olur olmadık anlarda, saçma sapan şeylere ağlayabiliyorum.

Bundan yaklaşık 11-12 yıl önceydi. İlk depresyonum değildi. Ama oldukça etkili bir depresyondu. Ruhumdaki acıyı bedenimde hissedebiliyordum.

İnsan depresyona girince de yatak-döşek yatabiliyor.

Yüksek ateş, kısılan sesim, nefes darlığı..

10 gün bu hal artarak ve yer yer eksilerek devam etmişti. Sonra işime tekrar döndüm..

Hiç es vermeden, neredeyse hiç paydos etmeden, gece-gündüz demeden deli gibi çalıştım.

O kadar az uyuyordum ki, dinlenmeye asla fırsatım yoktu.. Kirpiklerim dökülmüştü.

Ama depresyonun D’si dahi kalmamıştı. İnanılmaz bir güç ve enerjiyle, her sabah en geç 6.00 da uyanıyor; gece 2.00 gibi eve dönüyordum.

Sonra pat diye çıkmışım o depresyondan. Anlamadım, puff uçtu her şey..

Yıllar geçti, aynı yerden bir daha yaralandım. İmtihanım bitmemiş galiba, bu sefer de çok çalıştım ama çalışmak artık tek başına kesmiyordu.

Bu sefer deli gibi kitap okumaya başladım.

Hiç durmadan saatlerce, günlerce okudum..

Ben öyle düz okuma yapmıyorum. Altını çize çize, içine not ala ala, kitaplarla konuşa konuşa..

Yerimden kalkmadan bir günde 2-3 kitap bitirdiğim oldu..

Sonra yine puff, her şey uçmuş.

Çok keyifli bir puff’tu..

Ama şimdi o da yetmiyor.  Kanıksadım mı bilmiyorum.

Hani antibiyotiğe karşı vücut bağışıklık kazanıyor ya, ruhumdaki iltihaplara karşı sürdüğüm merhemler yetmiyor sanırım.

Acı çekmiyorum.

Başım ağrımıyor, midem bazen bulansa da genel halim stabil.

Ama tahammülüm az, kimseyi göresi gözüm yok.

Ama çok susmak istiyorum, az konuşmak..

Acının reklamı olmaz, ama neden göstermiyoruz diye yok sayıyorlar? Neden gülüşümüzün altında aslında pamuk ipliğine bağladığımız neşemizi görmüyorlar da, gülüşümüzün bastonunu elinden alıyorlar?

Evet, itiraf ediyorum; son zamanlardaki gülümsemelerim neşe ve mutluluktan değil, sakatlandı..

Çok mu dramatik oldu ya? Şu an çok da kötü değilim gibi.

Kadınlar gitse de denememi yazsam.

Merak ettiğim bir şey daha var, bu filmlerdeki süper kahraman’lar napıyorlar acaba?

Canım sıkıldı, gidip çay’a akrostiş yazayım bari..

Unutmadan, mirkertler de sevdiklerini başkasıyla görürlerse üzüntüden ölebilirlermiş.

 

 

21 Temmuz 2022 Perşembe

Çiçek Hüznü..

 


Bugün kalbime ağır gelen bir şey öğrendim..

Öğrenmeden önce daha sakindim aslında, öğrendikten sonra derin bir iç çektim, ama içime çektiğim nefesi geri veremedim..

Biz insanlar neden aklımızı iyi işler yapmak için kullanmıyoruz ki?

Çiçekleri kısırlaştırıyorlarmış!

Sırf daha fazla para kazanmak için..

Neden bu kadar kötülük? Kaç yaşındayım, belki ömrümün yarısına geldim, en azından çocuk değilim.

Ama bu yaşıma kadar aklımın ucundan dahi geçmezdi. Ben çiçeklerim solunca başuçlarında üzülüyordum. En fazla ileri gidebildiğim teorim de onların ayarlarının bozulması üzerine değildi. Yerlerini beğenmediklerini ya da toprağının değişmesi gerektiğini ve nihayetinde benim iyi bir çiçek bakıcısı olmadığımı düşünebiliyordum.

Sırf birkaç lira için, tekrar aynı çiçeklerden alalım diye onları kısırlaştırma fikrini asla düşünemezdim, asla.

Evet, belki zahiren hırsız değiller. Peki, ama bu gerçekten alın teri mi?

Başkalarını bilmem ama bizim çiçek büyütme hevesimizi kırmaya hakları yok bence. Umut ediyorum ben her çiçekte..

Aklıma Hamlet’te çok sevdiğim bir bölüm geldi. Shakespeare’in en sevdiğim eserlerindendir Hamlet;

‘Kim dayanabilir kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine
Sevgisinin kepaze olacağı
Kanunların bu kadar yavaşlaması
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine..’

Çok mu suçlayıcıyım, bilmiyorum. Ama kırıldım mı? Sanki.. Ama, ama hani kırgınlık sessizdi, benim içimdeki bu gürültünün sebebi ne?

Ben bu oyunun bir parçası olmak istemiyorum.

Çiçekler neden soluyor? Yani çiçeklerden ne istenebilir?

Kızdım şu an, birkaç gündür aklımı oldukça meşgul eden diğer konu geldi pat diye masamın üzerine düştü.

Şimdi yazsam bir türlü, yazmasam bana dert.

Dertlenmek kötü değil de, biriktirip biriktirmeme hususunda biraz kararsızım sanki.

Çiçeği dahi tüketiyorsak, hayata neler yapmayız ki?

Hayat’ın Hayy’dan geldiğini öğrendiğim günden bu yana, yaşadığım hiçbir şey için hayatı suçlamadım. Her şeyin bir dengeyle doğduğu hayat, yaşamın başlangıcı.

Ama suçlu insan..

Ezelden beri..

Üzgünüm, yine çok üzgünüm..

Yazıma verdiğim başlık dahi beni hüzünlendirebiliyor. Çiçeğin hüznü mü olur? Oluyormuş..

Üzgünüm sevgili çiçekler, keşke sizi bizden koruyabilsem..

Hepinizden özür diliyorum..

20 Temmuz 2022 Çarşamba

Sana Bakarak Yazıyorum.. (Arşivden)

 


(Baş Not; söz konusu arşiv yazılarım olunca baş notlar eklenmeden olmaz. Ama bu sefer birkaç ayrıntıyı da eklemek istiyorum. Yazının künyesini yazayım evvela bir dakika; bu yazı 16 Nisan 2019’da saat: 15.26 da tarafımca yazılmış ve yayınlanmıştır. Yazı içeriğinde değişiklikler olmamakla beraber, reklam araları mevcuttur. Neden arşivlediğimi hatırlamıyorum. Ara notlarım günümüz düşüncesiyle yazılmıştır. )

 

Şöyle bir giriş yapmışım;

 

‘Sana bakarak yazıyorum bu sözleri..

 

Ellerine,

 

Gülüşüne,

 

Gözlerine,

 

Kalbindeki acına,

 

Aşkına,

 

Yürürken adım atışındaki ahenge..

 

Nasıl diyorum besteliyor kirpiklerin bu şarkıları? Nasıl oluyor da insan, tüm çıkmazların içinde kaybolmuşken; her şeyin mümkün olabileceğine inanıyor, dudağının kenarında sıkışmış bir tebessümle?

 

Sana bakıyorum ya ama şimdi. Gözlerin nasıl güzeller öyle maşallah diyelim.

 

O nasıl bir endam?

 

Yüzündeki çizgileri sayarak tükensin ömrüm. (Reklam arası; buraya kadar okurken açıkçası biraz sıkıldım, yani fazla romantik geldi. Oysa yazıma ilham olan şey komik de olsa yeşil sebzelerdi.)

 

Ellerim titriyor..

 

Hiç olmamıştı oysa. Hiçbir yazı beni böyle heyecanlandırmadı.

 

Hani defalarca, bir şeyler için hep heyecanlanmışımdır; bu olur yani. Yani, bu ilk heyecanım değil. Ama bir yazı için ilk defa heyecanlanıyorum.

 

Çünkü sana bakarak yazıyorum..

 

Gözlerim doluyor, sonra dolanlar taşıyor bir bir gözlerimden.

 

Ama ah bir de içimi görsen, bir bilsen içime dolanları.

 

Kafanı kaldırdın şimdi, bana bakıyorsun. Yine yeniliyorum sana. Bu bir savaş değil oysaki. Peki, neden ama sürekli ben yeniliyorum?

 

Ellerim hala titriyor.

 

Bacak bacak üstüne attın şimdi, ama biraz sonra toparlanacaksın. Ayağının üzerine oturacaksın biliyorum.

 

Sana bakarak yazıyorum bu yazıyı, gözlerimi kırptığım her dakika için kendime kızarak.

 

Çok ama.

 

Bu kadarı sana da bana da çok. Bu çok ama. (Reklam arası; çok şükür bir uyanış göstermişim ve bir şeylerin çokluğuna kanaat etmişim. Ama iyi de ilerliyor, akıcı olmuş; aferin bana)

 

Herkes gibisin oysa. Herkes kadar değil ama.

 

Sana bakarak seni yazamıyorum.

 

Güldüm buna.

 

‘ne oldu?’ dedin..

 

Derdin.. (Reklam arası; işte buraya kadaaar, yani bir hayal ürünü, bir kurgu, peki neden yapmışım bunu?)

 

Ben sana bakarak yazıyorum ama sen karşımda değilsin. Ben seni gözlerimin önünden hiç ayırmıyorum ama sen nicedir semtime uğramıyorsun.

 

Ben hep sesini duyuyorum, hep..

 

Ama sen bana seslenmiyorsun.

 

Ben senin sadece sesini değil; ben var ya ben, olur olmadık her seste seni duyuyorum. Fark etmiyor nerede olduğu, nasıl olduğu.

 

Geçen yolda mesela çocuk annesine seslendi. Ben orada seni duydum.

 

Sonra ne bileyim yağmur yağarken falan hep seni duyuyorum.

 

Sen bilmiyorsun, sen yoksun ama ben bu yazıyı gözlerinin ta içine bakarak yazıyorum. Yazarak içimdekilerden kurtulmuyorum.

 

Kendimi bu kelimelerin kaderine bırakıyorum.

 

Her yara bandı yarayı sarmaz. Her yaraya da yara bandı yapıştırılmaz. Bu cümle de burada kamu spotu olarak dursun.

 

Ben şimdi bu yazıyı sana bakarak yazıyorum ya. Ama seni yazamıyorum..

 

Elim hala titriyor..

 

Yüreğim titriyor be ne eli?

 

(Son; evet, sancılar içerisindeydim bu yazıyı yazarken.. O anki duyguların zerresine sahip değilim. İlk defa reklam araları koyma gereksinimi duydum bir yazıma. İlk defa mı kaçmak istiyorum, ilk defa mı savunasım geldi bilmiyorum? Son zamanlarda yaşadığım gergin duygular neticesinde, duygusal deformasyona mı uğradım bilmiyorum..

 

Yazarken o reklam aralarını, kendi yazdığım ve hissettiğim duygularla dalga geçme ihtiyacı duydum. Savunma mekanizmam mı? Yüzleşemiyor muyum? Kabullenemiyor muyum bilmiyorum..

 

Arşivdeki diğer yazılarıma göz attım. Başım ağrıdı bazılarını okurken. Ne arabesk, ne edebi cümleler kurmuşum höh.

 

Yayınlar mıyım bir gün bilmiyorum. Bu yazıyı neden yayınladığımı bilmediğim gibi..

 

Olsun bakalım, bu da çıksın gün yüzüne. Maksat itiraf değil mi?

 

Son cümleyi tebessümle yazdım. Kendini gıdıklamak gibi bir şey oldu bu da. Gülmüyorsun ama çaban hoşuna gidiyor. Henüz benden umut kesilmemiş)

 

13 Temmuz 2022 Çarşamba

Hiç de Hoş Değil.. :/

 


Bugün, ne kadar hissizleştin testi çözdüm.

Sabah ise bir sayfa kitap tavsiye listesi hazırladım.

Ama en sabah, yani uyandığımda şu fikirle yürüdüm; insanlar neden sevgilerini çarşı pazara döküp, hislerini bazı şeyler uğruna satıyorlar.

Sonra öğleden sonra olunca garip bir kaosun ortasında bulduk kendimizi.

Daha öğleden sonra canımın içi Songül Can’ım geldi, ona şiir okudum. Beraber biraz şiirden biraz seslerden konuştuk.

Neyse ben çarşı-Pazarda kaldım. Uzaklaşmak istemiyorum konumdan..

Neden diyorum gerçekten, birini sevmek sanki çok kolay bir şeymiş gibi; nasıl oluyor da öyle kocaman kocaman cümleler kurup, ardından hiçbir şey yokmuş gibi üzerlerini silebiliyor insanlar sevgilerinin?

Yine ben uyurken çağ atlanmış hissine sahibim bugün.

Bir zamanlar Ankara’dayken, uzun süre evden çıkmadığım bir zamandı. Bir gün dışarı çıktığımda ilk gözüme moda çarpmıştı. O zamanlar farklı gelmişti tesettürlü insanların örtünme biçimleri.

Sonra bir telefoncuya gitmiştim, telefonum için bir şey lazımdı sanırım o kısmı çok hatırlamıyorum. İki tane lise öğrencisi de mağazanın içerisinde konuşuyorlardı. Benden en fazla 2-3 yaş küçüktüler. Ama onları anlamamıştım. Sanki farklı bir dil kullanıyorlardı.

Sonra ben konuştum, beni de onlar anlamadı.

Anlaşamadığımız bir güne dönüştü.

Aradan biraz zaman geçti, yaşıtlarımla anlaşamadım. Türkçem onlara eski dil gibi geliyormuş. Hatta bir gün arkadaşım olmayan biri bana ‘Sema aynı yaştayız ama sen babaannem gibi konuşuyorsun’ demişti.

Şaşırmıştım, kendimi yıllardır uyuyormuşum da uyandığımda çağ atlanmış gibi hissetmiştim.

Bugün aynı şaşkınlık içerisindeyim. Belki dilim anlaşılır cinsten ama bugün de gönülce anlaşamıyorum.

Sabahtan bu saate en az 7 kere ‘nasıl oluyor da..?’ soru kalıbıyla başlayan cümleler kurdum. Ve her sorum yanıtsız kaldı.

Muhakkak vardır bir yerlerde cevabı ama bana yetişecek mi bilmiyorum..

Sorularımı sorarken içimde oluşan boşluğu hangi kelime dolduracak bilmiyorum.

Allah’ım ben bu kadar çok şeyi nasıl bilmiyorum?

Bir kalbi nasıl hor kullanabiliyor insanlar? Sevgi nasıl bu kadar dile düştü? Nasıl oluyor da insanlar artık birbirlerini bakışarak anlayamıyorlar?

Gerçekten nasıl?

Şimdi çay içsem de geçmeyecek gibi.

Uyuduğumu düşünen varsa, uyandırmasın beni bu uykumdan. Bu kalp ağrılarına, bu kabalık ve küstahlıklara tahammülüm kalmadı.

Şiirler de merhem olmuyor gönül karalarına..

Eğer illa uyandıracağız diyorsanız, uykumu ve gördüklerimi hayra yoracaksanız uyandırın. Yoksa ben yetişmek istemiyorum sevgisizliğin kol gezdiği çağa..

Benim gücüm yetmez çünkü, yetmiyor da daha fazlasına.

Ellerim buz kesti mesela şimdi..

Ama asıl kalbim üşüyor temmuz ortasında..

Çiçeğim de kurumuş pencere kenarında. Bu hüzün yeter bana. Adını da bilmiyordum ama, olsun çok güzeldi.

Hoşça kal sevgili bloğum.

 

22 Haziran 2022 Çarşamba

Anonimsel..

 


Bugüne kadar farklı niteliklerde yazı deneyimim olmuştur. Ve her türlü değerlendirmeyi de ciddiye almışımdır.

Hatta bugünlerde kitap yazma cesaretini dahi gösteriyor gibiyim, bugün bunun için bir de defter aldım. Yazılarımın başlıklarını da arkasına ekledim.

Sözü çok uzatmadan, yazılarıma gelen en keyifli yorumu yeni bir başlıkla yayınlamak isterim. Bu yorumu ilk okuduğumda ciddi ciddi kahkaha ile güldüm, çok hoşuma gitmişti.

Yorumdan önce şunu belirtmek isterim, benim için kelimeler çok kıymetlidir. Her türlü yorum değerlidir. Hepsini büyük bir ciddiyetle okur ve üzerinde düşünürüm.

Açıkçası, burası benim itiraflarımla dolu bir blog ve bu da itiraf olarak kayda geçsin isterim. Yorumların kime ait olduğunu yüzeysel anlamda sorsam da, kim olduklarını bilmek istemiyorum. Çok meraklı bir insan da değilim gerçi, hatta kim olduğunu bilsem belki aynı tadı alamayabilirdim. :)

Ve gelelim yoruma; 21. Ocak. 2020 yılında yazdığım ve daha sonra arşivlediğim bir yazıyı yeniden yayınladım. 16. Haziran. 2022 yılında ise o yazıya bir yorum geldi, yorum şu şekilde (hiçbir değiştirme yapılmamıştır);  

‘Birini bu kadar sevmek.. Akıl işi değil diyeceğim ama bu konunun akılla ilgili olmadığını inkar eden de yok. İnsan bilinçli olarak birini bu kadar sevmeyi tercih eder mi? Bilemiyorum.. Birisi bu kadar sevilmeyi ister mi? Ondan da emin değilim. İnsana böyle sevme kabiliyetini bahşedenin bir amacı olmalı. Dini-tasavvufi öğretilerde insanın yaptığı her işi Allah'ın rızasını kazanmak için yapması istenir. Yediğin yemeği de Allah için yemeli, uyuduğun uykuyu da Allah için uyuman tavsiye edilir. Bunun yolu olarak da her işte Allah'ı düşünerek eyleme geçmek gösterilir. Kamil bir kul her an Allah'ı düşünmeli her adımını onun için atmalı derler. İlk başta bu öğreti insana pek makul gelmiyor. Yani insan nasıl olur da her an ve her işte Allah'ı düşünerek hareket edebilir ki? Ama insan işte, böyle bir kabiliyete sahip olduğunu başka yollarla da olsa öğrenebiliyor. Birine aşık olduğunda görüyor ki; her an her saniye birini düşünerek yaşayabiliyor insan. Attığı her adımda O'nun kendisinin bu hali hakkında ne düşüneceğini tasavvur edebiliyor.

Yazı da verilen örnekler kadar güzel ve derin örnekler veremeyeceğim için hiç o işe kalkışmıyorum. Bazen yazılarda geçen her konunun gerçek olup olmadığıyla ilgili şüpheye düştüğüm oluyor ama burada verilen örnekleri düşündükçe en azından belli bir kısmının yaşanmadan insanın bu tür farkındalıklar edinemeyeceği açık. Hayatı belli bir boyutta anlamlı kılan bu duygular bağzı açılardan da insanın hayatı kaçırmasına sebep olabiliyor. 'Bilemiyorum Altan'. Gerçekten bilemiyorum. Neyse ki öncelikle bağzı duyguları hissedebilecek, sonra bunları kelimelere dökebilecek ve bunları paylaşabilecek(duyguların muhatabı olan kişiyle olmasa da) imkanlara sahipsiniz. Kıymeti bilinesi ayrıcalıklar. Bırakalım da başka şeyler de eksik olsun. Olsun mu ki? Yine bilemedim.. Fark edeceğiniz üzere bugün kafam yine çok karışık. Satır aralarında kaybolmasını umarak yeni bir satıra geçmeden yazacağım bir de itirafta bulunmak istiyorum sayın hakime hanım.(Böyle hitap ettiğim için lütfen bağışlayın. Bir insana kabul etmediği bir sıfatı isnat etmek ne kadar kabaca değil mi? Bu seferlik beni mazur göreceğinizi ümit ediyorum. Nerdeyse bana bu cüreti sizin verdiğinizi söyleyip bunun için sizi suçlayacağım. İnsan bu kadar da nankör işte. Gösterilen iyi niyeti suistimal etmeye meyilli. Bu, bu şekilde son hitabım olsun.) Ne diyorduk, evet itiraf.. Öncelikle düşünmek, sonra açık açık yazmak ve düşünüp yazdıklarım hakkında konuşmak gibi arzularım var. Arzu demeyelim de ihtiyaç diyelim, zira teşhisi doğru koymak önemlidir. Ne var bunda düşünün, yazın, konuşun dediğinizi duyar gibiyim. Affınıza sığınarak belirtmek isterim ki "eşşekten düşmüşün halinden eşşekten düşmüş anlar" ve sanırım siz bu eşşekten düşmemişsiniz. Hatta bu eşşeğe hiç binmemişte olabilirsiniz. Neyse bu eşşek muhabbetini daha fazla uzatmadan konuyu burada kapatayım :)

Teşekkürler, teşekkürler..’

Tekrar okudum ve yine aynı şekilde keyifli bir hal oldu an benim için, öncelikle bunun için teşekkür ederim.

Yukarıdan aşağıya değil de aşağıdan yukarıya doğru gitmek isterim (huyum budur, ben bir şeyi önce sonundan başlayarak okurum)

Doğrudur eşekten düşenin halinden yine eşekten düşen anlar, ama nereden biliyorsunuz ben düşmedim? Buna meydan okuyorum ve şunu diyorum; göstermiyoruz diye yaramız yok mu sanıyorsunuz? :) Yine de kızmadığımı bildirmek isterim. Bu aralar sadece her işe müdahale edenlere ve arsızlara bir de mızmızlara kızıyorum.

Hakemliğe ihtiyacınız var ise, buyurun efendim; meydan sizin.

Kelimeleri benim kullanım dilimle kullandığınız için teşekkür ederim, eğer benimle alakasız bu kullanımla kullanıyorsanız da hepimize teşekkürler. Zaten yorumu okuduğumda da, eğer ben yazmadığımı bilmesem ben yazdım derdim. Ama konumuz bu değil.

Her yaşanan kelimelere bürünmüyor, her kelime de bir hali ifade edemiyor. Yazarken önceliklerim var muhakkak. Ne kadar açık ifadem olursa olsun, gizlemek istediğim; sırlarım ve sakladıklarım da var elbette..

Ben yazarken, kendimle beraber benimle benzer şeyler yaşayan insanları ya da benim hiç yaşamadığım ama acısını-sevincini en derinimde kendimmiş gibi yaşadıklarımı zihnimde cümleleştirerek yazıyorum.

Okuldayken de hoş olmasa da arkadaşlarımın duygularının mektuplarını yazardım. Bana kim ne hissettiğini anlatabildiği kadar anlatırdı, ben de onu mektuba dönüştürürdüm. Çocukluk işte..

Ve yine hepsi elbette başkalarına ait değil..

Oldum olası Aşk’ta ikiliğe inanmamışımdır. Ve bu husustaki ifadelerim Zeyneb’in tabiriyle derimi yüzecek, darağacına asacak cinsten olduğu için sözlerime burada son veriyorum.

Teşekkürler

Teşekkürler..

 

15 Haziran 2022 Çarşamba

Azad Ediyorum :) (Arşivden)

 


(Baş Not: 21.Ocak.2020, saat: 15.18’de yayınlanmış ve daha sonra yoğun efkârdan dolayı kaldırdığım bir yazıdır. Şimdi yine yeri geldi, paylaşayım dedim.  Tüm vazgeçenlere, vazgeçerken ciğeri sökülenlere, vazgeçemeyenlere ve çay severlere gelsin. Kendinizi yalnız hissetmeyin, sizi de anlıyoruz. Biz, hepimiziz..)

Senin parmakların değdi diye, her baktığımda senin izin var diye kesmeye kıyamadığım tırnağımdan vazgeçtim.

İçinde seni bulduğum şarkıları dinlememeye karar verdim.

Fotoğraflarına bakmıyorum.

Acı çekmemeye yemin ettim.

72 saat boyunca ağrıyan kalbimi azad ettim. Azad ettim ağrısından. Artık sadece kan pompalıyor.

Yaralarımın hepsinin üzerini kapattım. Oysa hepsini tek tek severdim ben, ama hepsine merhem sürdüm kapattım.

Seninle yürüdüğüm tüm yolların alternatiflerini buldum, yönümü değiştirdim.

Bir kere, sadece bir kere benimle yağmurda ıslanmak istediğin için, her yağmurda ıslanmaktan vazgeçtim.

Sonra, işte bu son.

Ben yazmaktan vazgeçtim..

Ne anlatırsam anlatayım yetmeyeceğinden değil.

Seninle anım olan, içinde sen olan her şeyden yüzümü çevirdim.

Çünkü ben 72 saat boyunca kalbim ağrırken,

Yutkunamazken,

Ihlamur gördüğümde ağlarken,

Hıçkırarak ağladığım sırada kahkaha ile gülecek kadar kafayı yemişken,

Bütün bunlara dayanabilme kudreti vermesi için Allah’tan sabır dilerken,

Gözyaşlarımla dilenirken,

Gökyüzünün altına sığamazken,

Ve ayaklarım neden yürüdüğünü bilemezken,

Boğazımda kemik, düğümler nefes almamı sıkarken,

Biriyle konuştuğumda yanlışlıkla defalarca ona senin adınla seslenirken,

Kazağımdan değil, nefes alamadığım için kazağımın yakasını çekiştirirken,

Beğendiğin için beyaz hırkama bakamazken.. ve o kazak çok sıcak tutar,

Sen ısıtmayacaksın diye artık üşümezken,

Üşümekten vazgeçmişken,

Ve 5 dakika da bir sıçrayarak uyandığım uykularımın ıstırabını yaşarken,

Ve hemen ardından 24 saat boyunca seni anmayacağıma söz vermişken..

Vazgeçtim..

Yazmaktan, dinlemekten, görmekten, duymaktan..

Hoşça kal..

İşte en çok bunun için Rabb’im razı et beni.

Üç noktaya yetmeyen nefesim için, güç ver bana..

Ve Rabb'im, beni bu acıdan azad et..

Havalar Bulaşıcı mı?



Altını çizdiğim kitaplar benden miras kalsın istiyorum. Hatta dün buna benzer bir not aldım okuduğum kitaba..

Çok yer tutamıyoruz madem, kelimelerle kalalım, kim bilir biz gittikten sonra bir tebessüme, bir duaya sebep oluruz..

Ne hüzünlü bir giriş yaptım, havalardandır diye düşünüyorum. Havalar da bulaşıcı mı? Havaya göre değişen ruh hallerimiz bunu kanıtlamaz mı?

Ya da hepimiz negatif yüklendik, enerjimizi pozitife çeviremiyoruz sanırım. Belki gücümüz yetmiyor, belki de canımız istemiyordur. Kim bilir? Ben bilmiyorum çünkü..

Dün bulaşık yıkarken bazı şeyleri düşündüm, bulaşık yıkamak güzel bir düşünme anıdır arkadaşlar, hatta temizlik yapmak bir çeşit düşünce odasıdır.

Mesela dedim, eskiden de mi bu kadar duyarsızdı bazı şeyler, yoksa sonradan mı ehemmiyetini kaybetti?

Hemen neyden bahsettiğimi yazacağım, fakat bir dakika müziğimi değiştireyim. (Dinlemek isteyen olursa, Berfin Aktay-Mestan şarkısını dinleyebilirler.)

Müziğimi değiştirdiğime göre bahsini ettiğim meseleye gelelim; bir insanı önemsemek diyorum, zamanla perdesi yırtılan bir şey midir? Yoksa şekil mi değiştiriyor?

Hasta bir insanın sadece ilk hasta olduğu an mı önemlidir örneğin? Süreç uzasa ya da hastalığın niteliği değişse artık önemini yitirir mi?

Bütün ilkler için mi geçerli bu bilmiyorum, ama sanki bir şeyler günden güne önemini yitiriyor gibi geliyor.

Bir insan bir şeyden kırılıyorsa, o ilk kırılmasın diye gösterdiğimiz çabayı sonradan göstermeyişimize ne sebep olur?

Ben bir zamanı hatırlıyorum, insanlar (en azından çevremdekiler) birbirlerine bir şeyi söylemek istediklerinde utana, sıkıla söylüyorlardı; karşısındaki insanı kırmamak için gösterilen en zarif çabaydı bu.

Sonra nasıl oldu da bahar mevsimi gibi o dönem geçti, paldır küldür; herkes ağzına geleni birbirine söylemeye başladı.

Neyin değeri azaldı, insanın mı kelimenin mi? Kime ney oldu? Ve ben o sırada ne yapıyordum?

Eğer izliyorsam bu bütün olup bitenleri, (bakın biten diyorum; bu beni kahredebilir) bana da yazıklar olsun.

Nezaket, asalet, nahiflik, kibarlık, zarafet; insani duygular içerisinde belki de en çok önemsediklerimdendir. Bütün bunların kaybı izleniyorsa ben tarafından, önemsediklerimi kaybetmişsem ve bir şey yapmamışsam, beni kınayalım lütfen esefle..

Evet, bütün dünyayı kurtarmaya gücüm, gücümüz yetmeyebilir. Ama bütün dünyayla hiçbir zaman işimiz yok zaten.

Kendi kapımızın önü, kalbimizin penceresi, kelimelerimizin niteliği önemli değil mi zaten?

Bütün bu kayıplarla, bazı kararlar da aldım, kararlar da bazen kayıptır bu arada bunu da buradan bildirmek isterim.

Şimdi bir çay alıp, arşivden bir yazıyı daha çıkaracağım.

Ve kitaplarım da benden sonra miras olarak kalacak..


10 Haziran 2022 Cuma

Senden Başlamasaydım Eğer (Arşivden)



(Baş Not: Bu yazı 31 Mart 2017 yılında saat 16.06 da yayınlanmış, ne zaman yazıldığına dair yine bir fikrim yok, okuyunca ufaktan hoşuma da gitmedi değil. Yaşımla orantısız şeyler yaşamışım dedim. Neyden bahsettiğimi de çok iyi biliyorum, ama buraya yazmayacağım. Yazının sırrı olsun. Açmayalım perdesini. Şimdi fotoğrafını ve noktalama işaretlerini düzeltip yeniden yayınlayalım bakalım. Noktalama işaretinden kastım da; ünlem olmamalı bazı cümlelerde. Bırakalım, neye şaşırıyoruz ki?)

 

Bu bir itiraf mı?

 

Evet, bu bir itiraf..

 

Her şey ama her şey kolay olabilirdi, eğer senden başlamasaydı. Ve yine her şey çok daha zor olabilirdi seninle olmasaydı.

 

Bir karmaşa, bir kargaşa bir kavga. İçimde yorgun bir atlı ve dermansız ayaklarıyla koşan bir at..

 

Gece olmuş yine ve ben yine uykuyu gömüyorum geceye.. Belki diyorum, uyuya kalmasaydım zamanında, yani seninle kalsaydım biraz daha, belki diyorum geceye başlamasaydım seninle uyuyabilirdim bu gece de.

 

Peki, ben neredeyim bu gece?

 

Zamanında kaldığım uykularda mıyım? Uyanamamışlarda mıyım? Uyanamayanlardan mıyım? Bilmiyorum işte. Uykunun yarı ölüm hali olması mı diyorum kendime?

 

Sahi ölümden mi korkuyorum? Her gece ama her gece neden helalleşiyorum her şeyle..

 

Bırakıp gitme arzusu olmazdı belki, gideceğim yerlerde senin hayalini kurmamış olsaydım..

 

Ah şu içim, ah şu sözlerim, ah şu konuşmalarım ne ağır geliyor bana bir bilsen. Bir bilsen kaç kere kestim dilimi ‘sen’ dedikten sonra kökünden..

 

Bir şeyler kötü olabilirdi sen olmasaydın. Mesela bu şehir, mesela Ankara, mesela gidebilme ihtimalimiz olan her yer kötü olabilirdi işte sen olmasaydın.

 

Örneğin otobüsleri sevmeyebilirdim yahut belki insanların hepsinden nefret edebilirdim. Evet, evet ben tam olarak bundan bahsediyorum işte. Bütün insanları sevmeyebilirdim sevmeye senden başlamasaydım.

 

Sabredemeyebilirdim mesela sabahın köründe duvarını matkapla delen komşuya yahut gecenin köründe son ses müzik dinleyerek sokaktan geçen serseriye.

 

Ne demiştik?

 

Senden başlamasaydım eğer..

 

Evet, birçok şey boş, anlamsız, gereksiz, lüzumsuz, beyhude olabilirdi, senden başlamasaydım eğer. Sen anlam katmasaydın eğer..

 

Renkler mesela, hepsini sevmeyebilirdim, sevmeye yeşilden başlamasaydım. Bana ne diyebilirdim. Maviyi, sarıyı hatta turuncuyu hiç sevmezdim, sevmeye yeşilden başlamasaydım. İtiraf etmek gerekirse eğer renklerle işim olmazdı, senin gülüşünden başlamasaydım renkleri isimlendirmeye..

 

Düşünüyorum da, kaç kişi ömründe deniz manzaralı bir gülüş görüyor ki? Gamzeleri de sevmezdim ben, senin yanaklarını süslemeseydi eğer.

 

Buralarda havalar bir tuhaf, gökyüzü buhranlarda, kendi kendine bir şeyler yaşıyor kendince işte. İtiraf etmek gerekirse gökyüzünü de sevmeyebilirdim, hatta ismim Sema olmasına rağmen, sen o gökyüzünün altında nefes alıyor olmasaydın eğer..

 

Hadi şimdi bir parça çocukluk bırak avuçlarıma, gökyüzünü boyamak için belki bir de fırça sonra bir resim çizelim bulutlara.. Çizdiklerimizin fotoğrafını çekip koyalım anılarımızla dolu sandığa.. Çok değil bir tane balon yeter bana, hayaller sonsuzdur ya.. Belki sonra bölüşürüz renkleri, sen yeşil ve mavi ol yine de. Güneş zaten bazen kızıla yakın kırmızı, bazen portakal gibi turuncu ama çizilen tüm resimlerde sarı.. Bulutlar beyazı üstlensin, gece siyahı..


Bir de umutlar var herkese farklı düşen bir renk ama ben biraz pembe biraz kahverengi bir tık turkuaz biraz çimen yeşili diyebilirim.. Çocukluğumdan bir not düşmesem eksik kalır biliyorum, bana çocukken en sevdiğim rengi sorduklarında, hiçbir rengin boynu bükük kalmasın diye hep ebruli derdim..


Bu da böyle olsun madem..


Unutmadan,

İyi ki yıldızlar kirpiklerin gibi,

 

İyi ki varsın.. 

1 Haziran 2022 Çarşamba

Duymadım Demeyin, Metinler de Tamir Ediliyormuş..

 


Hiç bilmediğim bir yol üzerinde yürüyorum. Ama yaptığım her şey ezberimde, yani ezberlediklerimle yaşıyorum.

Risk almaktan korkmak denebilir buna ya da vardır herkesin kendince bir yorumu ama ben yorgunum,  sonunu bilmediğim filmleri dahi izlemiyorum.

Bilmem kaçıncı kez izlediğim, tüm repliklerini ezbere bildiğim Harry Potter ve Hobbit ve Yüzüklerin Efendisi serisini yine baştan sona izledim..

Yeni bir yaşamın kıyısında gibiyim.

Ama çoğu kez limanlarım alındı ellerimden. Bocaladım bu koca denizde. Şimdi de sanki çabayı bıraktım.

Geçtiğimiz günlerde yorum yazayım derken bloğumdaki tüm yorumları yanlışlıkla spamladım ve hatta kendi yorumlarımı da.. Zaten tüm yorumlar deyince kendimi de bundan ayrı tutmuyorum ama yine de belirtmek istedim.

Sonra dün bir şey öğrendim. Zeyneb tez yazıyor, hocasıyla çalışmalarıyla ilgili bir şey anlatırken, ‘metin tamiri’ ifadesini kullandı. Çok hoşuma gitti. Metindeki eksikliği tamir ediyorlar. Ama kendilerinden bir şey katarak değil.

‘metinler dahi tamir ediliyor’ dedim, ayakkabımı tamir etmek için verdiğim ve her defasında taban yapıştıran amcanın dükkanının önünden geçerken..

Neyse sonra bu çok hoşuma giden ifade bir anda sanki yüreğimi sızlattı. Sanki içimde bir şeyler umut etti, tamir olunacaklarına inanmış parçalarım varmış.

Ne acı..

Kendimden habersizmişim gibi dile getiriyorum, çünkü bu bir itiraf ve kendimi de çok yermeyim diyorum. Kendimden haberim olsa muhakkak tamir ederdim, haberim olmadığı ya da bir parça daha savunma ekleyecek olursak; o kadar sıkıntının arasında kendimi dinleme fırsatı bulamadım masumiyet kalıbını yapıştırsam inandırıcı olur mu?  

Ne uzun cümle kurdum..

Cümleyi yazarken yorgunluğum arttı.

Anlatırken de öyle oluyor bana, anlatmak yoruyor. Anlaşılmak için illa anlatmak mı gerekiyor? Hugo’nun ‘ağlamak için gözden yaş mı akmalı?’ sözü geldi aklıma..

Gerçekten ama ya, illa anlatmak mı gerekiyor?

Ahlaksızlık diz boyu ayrıca.. Yazacak, söyleyecek de bir milyon tane söz var.

Kalbim kırık, ama çayım demli.

Metinler de tamir ediliyor. Ve Zeyneb beni mutlu etmek için sürekli bana kek getiriyor. Keki çok severim.

İzdiham’ın 53. Sayısı çıkmış bu da kalbimde bir burukluğa sebep oldu. Bülent hocayı rahmetle anıyorum. Onun gidişi çok ağır geldi çok.. Heyecanla beklediğim bir şey daha son buldu sanki.

Hayat.. Bir şiir okuyayım, bir çay içeyim.. Hiçbir yazıyı yazarken de bu kadar sıkışmamıştı yüreğim. O yüzden devam etmeyeceğim. Son kısım da şiir gibi oldu, ama ben şair değilim. Bunu daha önce itiraf etmiştim.

Teşekkürler..

17 Mayıs 2022 Salı

Dün, Bugün, Bugü, Bug, Bu, B..

 


-İnsan hisseden bir varlık. Sanırım var olduğu günden bu yana da hissediyor. Belki hisleriyle yaşıyor dahi olabilir. (Dün)

-Her gün bir cümle yazsam, içimdekiler sökülür mü? Rahatlar mı mesela? Bilmiyorum. (Bugün- 12.05.2022)

- Bugün yeni bir şiirle tanıştım. Rüyamda ağlıyordum. Dün merak ettiğim şeyleri bugün merak etmiyorum. Geçenlerde yazdığım kâğıdı yaktım. Kül oldu, belki de artık bilmiyorum. O değil, külleri rüzgâra savurmadım. Lavabonun içinde yaktım. Külleri de suyla yolladım. Bu konuyu bloğumda yazmalıyım. (Bugün-13.05.2022)

-Bugün yazmadım. Yarın da yazamayabilirim. (Bugün-14.05.2022, Yarın-15.05.2022)

-En son yazdığımdaki bilgi doğruydu. Ama yazım çok çirkindi. He şimdi çok mu güzel? Sanmam.. Ama sanırım çok da önemsemiyorum. Bir de bilekliğim kolumu masaya rahat koymama engel oluyor. Ya da bahane arıyorum. Kim bilir. Bloğuma yazayım en iyisi, kolum da rahat eder. (Bugün-17.05.2022)

Devam edelim o halde kaldığımız yerden. Aslında ben devam edeceğim ama kulağımdaki şiir kafamı karıştırıyor. İbrahim Sadri’ciğim okuyor. Kendisiyle hiçbir samimiyetim yok. Şahsiyet olarak da asla tanımam. Ama sesiyle çok uzun yıllardır dostuz.

Ben öyleyim. Sesle yaşayabiliyorum.

Hatta ruhen, huy ve karakter olarak bana çok benzeyen nam-ı diğer Aynı ben olarak bilinen, gerçek ismi Seda olan dostum şey dedi ‘Sema sanki bir gün bütün azalarını kaybedecek ve sadece duyarak yaşayacak gibi değil mi?’ Zeyneb de güldü, biraz muzip bir ifadeyle ‘Sesini beğenmediğini ciddiye de almıyor’ dedi.

Güldüm.

Nerden nereye geldik hay Allah.

İbrahim Sadri’den çıktık geldik Secret Garden konserine. Bu kadın beni büyülüyor. Fazla mı güzel müzikleri? Bana mı öyle geliyor.

Secret Garden bana hep 16 yaşımı hatırlatıyor. Serin bir yaz gününü. Yaz günleri serin olmaz. Ama benim bulunduğum yerde klima vardı ve buz gibi bir yaz günüydü. Bir de limon kokusu, oda parfümü olarak limon çiçeği kokusu kullanılıyordu.

Güzel bir his..

Ama tekrar dönmek istemem.

Çocukluğuma dönmek istemediğimi fark ettim bu aralar. Yaşadıklarımı tekrar yaşamayı göze alamıyorum. Neyse işte.

Bir de Nurgül’den de bahsetmek isterim. Bana çok dua ediyor. Ve onunla konuşmaya ba-yı-lı-yo-rum..

Ve yaktığım kâğıda dönelim, neden yazdım neden yaktım? Hadi yaktım neden lavaboda? Ben çok konuşmaya başladığımda kendimle, yazarım. Ve yazınca kendimle de susarım. Sonra yakıyorsam eğer, anılarımı ve hafızamdakileri de bırakırım. Bir çeşit topraklanma yani.

O an dışarı çıkıp yakamazdım, bir de arabesk olsun istemedim. Daha sonra hatırladığımda gülmek istedim. Lavabo da sarardı, yaktığımız yetmedi bir de lavabo temizledik. Olsun.

Yazarken, ‘mesela insan’ dedim, ‘bu kadar açık seçik yazabilir mi içindekileri?’ Sonra fark ettim ki zaten hepsini Zeyneb’e anlatıyorum. Ama yazmak başka..

Şimdi biraz normale dönme vakti. Henüz öğlen çünkü. Durup dururken akşam olmayalım.. 

Çay alalım, yoksa da demleyelim..

 

 

16 Mayıs 2022 Pazartesi

Gidenlerin Ardından- Ropörtaj (Arşivden)

 



(Baş Not: Yazı arşivdendir, 17 Şubat 2020 yılında saat: 18.20 de yayınlanmıştır. Muhtemelen o gün yazılmıştır. Ne Kalan’dan ne Muhabir ’den haberimiz vardır. Yayınlandığı fotoğraf değiştirilmiştir. Onun dışında noktalama işaretleri dahi yayınlandığındaki gibidir. Kısmi melankoli içerir..)

 

Muhabir: öncelikle bize biraz kendinizden ve gidenlerden bahseder misiniz?

Kalan: elbette, ben öyle böyle bir şekilde kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir insanım. Bir insandım. Sonra bir kere kaldım. O günden sonra hep gidenleri izledim. Gidenlerden bahsedebilmek için onları daha yakından tanımak gerekiyor belki, yani bir cümlelik bir cevabı yok bu sorunun.


Muhabir: bir klişe, gitmek terk etmek midir?

Kalan: açıkçası gidişlerin sebepleri mühim. Ama her gidişin bir terk ediş olduğuna inanmıyorum.

 

Muhabir: kaç kere terk edildiniz?

Kalan: 1 den sonrasını saymadım. Çünkü hepsi aynı anlama geliyor benim için.. ama buraya şunu eklemek istiyorum: ne rengi, ne kokusu, ne kişisi değişmedi. Beni hep aynı kişi terk etti. Ama belki birinde 21 yaşındaydım belki biri yıllar sonra gerçekleşti.

 

Muhabir: nasıl karşıladınız gidişini?

Kalan: giden ve kalan kaderi çok değişmiyor. İçerik olarak ufak değişimler olsa da, genel hatlarıyla aynı acıyı yaşıyorsunuz. İlk defa kaldığımda, çok zor sancılı bir 10 gün geçirmiştim. Şoktan mı bilmiyorum, ama 10 günlük sürecin ardından hafıza kaybı yaşadım gibi bir şey oldu. Ne öncesini ne o 10 günü hatırlamıyordum. Sonra zamanla alıştım.. Zaten başka da çareniz olmuyor.

 

Muhabir: gitmek mi zor, kalmak mı?

Kalan: hiç gitmediğim için zor mu kolay mı bilmiyorum. Nasıl alınıyor gitme kararı bilmiyorum. Kalmak da zor diyemem, alışıyorsunuz bir yerden sonra. Zorluk biraz da gidiş ve kalışlara yüklediğiniz anlamlarla alakalı galiba.

 

Muhabir: nasıl başa çıktınız gidişlerle?

Kalan: başa çıkmadım, çıkamadım, alıştım. Dediğim gibi, başka çareniz olmuyor. Mecbursunuz, ne yapabilirsiniz ki başka? Giden gittiğini söyledikten sonra başka ne yapabilirsiniz. Gitmek isteyen kafaya koymuşsa, ağlasanız sızlasanız ne olacak? Geri mi gelecek, sanmıyorum. Gitmekle başa çıkılıyor da, özlemek sıkıntı..


Muhabir: gidişine inandınız mı? 

Kalan: nasıl inanmayım? O ana kadar her dediğine inandığım birinin, gidiyorum deyişine mi inanmayacaktım, inandım. Hem de ona inandığım gibi, tüm kalbimle..


Muhabir: geri dönmesini beklediniz mi?

Kalan: bir gün bile beklemedim. Bana yalan söylemezdi. Gittim dediyse gitmiştir.


Muhabir: gittiği için kızdınız mı? 

Kalan: hiç kızmadım, kızacağımı da zannetmiyorum. Gitmek bir tercihti ve tercihleri için insanlara kızmayı doğru bulmuyorum.

 

Muhabir: seven gider mi?

Kalan: bilmiyorum, neden gittiğini de bilmiyorum. Gitmeyle sevmek ne kadar ahbap onu da bilmiyorum. Dedim ya ben giden olmadım..

 

Muhabir: peki, gitmesine rağmen, bunca acıya rağmen, onu seviyor musunuz?

Kalan: benimle kalsın diye sevmedim ki, sevmek ayaklarla, başla yapılan bir şey değil. Birini seversiniz ve ne yaparsa yapsın bu değişmez. Ben Mevlana, Yunus, Hallac değilim. Sevgim ilahi bir kimliğe sahip olmayabilir. Bir beşerim. Ve kalbim de ben kadar. Ama gitti diye sevmekten vazgeçmek saçma geliyor bu tıpkı kalsaydı; kaldığı için sevmenin saçmalığı gibi olurdu.


Muhabir: onu tekrar görseniz, ne söylersiniz?

Kalan: nasıl olduğunu merak ediyorum, gerçekten nasıl olduğunu.. iyi mi, sağlığı nasıl? Mesela mutlu mu? Benimle alakalı olarak değil, hayatında her şey yolunda mı? Çünkü iyi olmasını çok istiyorum. Ona bir şey olmasın istiyorum. Zerre hüzün değmesin istiyorum. Ama görsem konuşamam biliyorum. Normalde de çok konuşkan değilim, ama onun yanında iki üç kere daha suskun oluyorum. Öyle oluyormuş, bilim adamları öyle açıklamış.

 

Muhabir: kalanlara ne tavsiye ediyorsunuz?

Kalan: acılarını büyütmesinler, dertli müzikler dinlemesinler, şiir okumasınlar, çok çalışsınlar, fotoğrafına bakmasınlar, kızmasınlar, ah etmesinler, çok çalışsınlar, anlamaya çalışsınlar, öfkelenmesinler, kırk bin tane sahte hesap açıp peşine düşmesinler, çok çalışsınlar.

 

Muhabir: az önceki soruda üç kere ‘çok çalışsınlar’ dediniz, özel bir sebebi var mı? Dalgınlık mı?

Kalan: zihin ne kadar meşgul olursa, düşünmeye o kadar az fırsat kalıyor. Alışmak için iyi bir ilaç çalışmak. Bana iyi geliyor en azından. Uyumaya dahi vakit bulamayacak kadar çok çalışıyorum. Sürekli iş çıkarıyorum kendime. İyi geliyor..

 

Muhabir: unutabilecek misiniz?

Kalan: bu kadar soru yetmez mi? Çalışmam, çok çalışmam gerekiyor. Teşekkür ederim..

 

 

11 Mayıs 2022 Çarşamba

Karışık ..



‘Bir gün durup dururken, ortada hiçbir şey yokken pat diye biri ölüyor.

Nedenini bilmiyorum.. ama pat diye niye ölünür ki?

Sonra insan yaşamak ve ölmek arasında sıkışıp kalıyor. Tuhaf alınganlıkları oluyor. Hiç hissetmediği şeyleri hissetmeye başlıyor. Hiç yaşamadığı pişmanlıkları yaşıyor ya da hiç özlemediği şeyleri özlüyor.

Bir günden biraz önceydi..

Gece olunca üzerime bir ağırlık da çöküyordu. Kalbim sıkışıyor, sanki göğüs kafesimden çıkmak istiyor gibi bir baskı oluyordu..

Hiç yapmadığım şeyleri yapmak istedim.

Uzun zamandır konuşmadığım biriyle, konuşmak istedim..

Bu istek bir taarruz şeklindeydi, sanki işgal ediliyordum.

Şu an kalbim öyle bir baskı altındaki, anlatabilmek ne güçleşti benim için. Oysa daha bu öğlen Zeyneb’e ifade ederken içimdekileri zorlanmadığımdan söz ediyordum.

Neyse..

O baskıyı ruhumda hissettiğimi anladığımda Zeyneb’e ve Fatıma’ya mesaj attım. İkisinin de ortak kanaati bu konuşmanın elime hiçbir şey geçirmeyeceğiydi.

Fatıma kendime neden bunu istediğimi sormamı, kendi gerçeklerimle yüzleşmemi söyledi.

Zeyneb ise bu isteğe beni neyin ittiğini bulmamı yazdı. Ve ‘şimdi uyu, yarın detaylı konuşalım..’ dedi..

Derken ertesi gün oldu, bloğuma yazarsam normale dönerim diye düşündüm, geçtim monitörün karşısına sayfayı açtım ve hiçbir şey yazamadım. Bu durum bu şekilde 2 hafta sürdü (yazamama hali).

Bu süreçte hemen hemen her gün bloğuma girip, arşivlediğim yazıları okudum. Hala onları gün yüzüne çıkarmak istemediğimi fark ettim. Bazılarını okurken çok sıkıldım.

Evet, şu an yaklaşık yarım saattir yazıyorum.

Ve içimdeki o düğüm çözülmedi ama sıkıntım azaldı..

Bugün hemen hemen bütün detaylarını hatırladığım bir rüya gördüm..

Evet ya evet, kafam karman çorman ve hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum. Şu an o baskıyla falan alakalı da değil bu..

İnsan ağlamak istediğinde ağlayabilmeli.

Tıpkı gülmek istediğinde gülmeli gibi.

Saçmalıyorum. Daha fazla yazamayacağım.’ Demişim dördüncü ayın yirmi sekizinde..

Ne garip, o gün yapmadığım ve yaptıklarım için bugün hiçbir şey hissetmiyorum.

Birkaç gün evvel kitaplarımı topluyordum ve defterlerimi de. Atmam gereken kâğıtlar ve anılar vardı. İnsan anılarını atabiliyormuş. Atınca unutuluyor mu? Evet, unutuluyormuş..

Günlük olarak başladığım, hatıra defterine dönüştürdüğüm, anketler yaptığım, maniler-şiirler yazdığım ve sonunda matematik problemlerini not ettiğim bir defter buldum. Benim defterim ve ne çok şey anlatıyor dedim. 20 yıl öncesine ait bir defter. Yaşadığım her şeyden habersiz.

Yazmayı hep sevmişim.

Hala o defterdeki duyguları yaşadığım yönlerim var. ‘Demek ki’ dedim ‘çok da ölmemiş çocukluğun.’

Sonra sustum, derin derin sustum.

Çocukluğuma geri dönmeyi istemiyorum. Çocukluğunu çok seven biri olarak diyorum bunu. Bu geçen 20 yılı bir daha yaşamak ister miyim, sanmıyorum.

 Yorgunum.

Ne yapsam, arşivimdeki yazıları tarihleriyle yeniden mi yayınlasam? Yoksa kabuğuma çekilip, unumu eleyip, eleğimi duvarıma mı assam?

 

 

15 Nisan 2022 Cuma

O'nun Hikayesi..


(Baş not: bu yazı 12 Aralık 2020'de 'X' in hikayesi olarak tarafımca yazılmıştır. Arşivlemiştim, geçen okudum. Yeniden paylaşma ihtiyacı duydum, teşekkürler..)

‘Her gün uyandığımda önce perdeyi, sonra pencereyi açıyorum belki gelirsin diye..

Çiçeklere selam veriyor, topraklarına dokunuyorum. Kurudularsa su veriyorum, çünkü geldiğinde gözlerine güzel görünsünler istiyorum.

Sonra bazen bir şarkı söylüyor, bazen bir müzik eşliğinde çayı demliyorum. Belki gelirsin diye.. Ama o çok sevdiğin güllerden atmıyorum, bir parçam bu gün gelmeyeceğine inanıyor çünkü. Gelişine saklıyorum bu yüzden..

Temizlik yapıyorum, ortalığı düzeltiyor, tozları alıyorum.. Belki gelirsin diye.

Odaları iyice havalandırıyorum ki; acının, zor geçen gecelerin kokusu sinmesin, geldiğinde huzur bul istiyorum.

Yerleri siliyor, halıları süpürüyorum. Dağınık bulma diye geldiğinde.

Sonra gözlerini düşünüyorum, gökyüzüne baktığımda mavi, geceye düştüğünde siyah, çiçeğe baktığımda yeşil olan gözlerini..

Bütün düzenim o an bozuluyor, çünkü gözlerinin ardından gülüşün hemen geliyor..

Bugün gelsen ne konuşuruz diye, birçok konu biriktiriyor, hatta bazılarını not alıyorum.

Ekmek almaya gittiğimde, eğer ekmek sıcaksa hep bir tane fazla alıyorum. Sonra bir parçasını koparıp sana nasıl vereceğimi, ekmeğin kokusunda dahi seni nasıl özlediğimi anlatacağımı düşünüyorum.

Sonra günlük telaş işte..

Her gün aynı şeyi yapıyor ve yaptığım her işe bir gelişinin payını ayırıyorum.

Sonra akşam oluyor ve belki yarın gelirsin diye düşünüyorum.’

Diye anlattı O, beklediği kişiyi. Öylece dinledim, birçok sorum vardı ama gözlerindeki o kaygıyı görmek, tüm sorularımı susturdu.

Sanki sorsam bir anda bütün kemiklerinin kırıldığını görecektim. Ve zaten hiç konuşmadan yalvarıyor ve içindeki yangına su serpmemi istiyordu.

İnsan böyle durumlarda şaşırıp kalıyor. Ne deyim diyorsun? Ne yapabilirim ki? Zaten ben milyonlarca kelime söylesem de ne fark edecek ki istediği dil ben değilsem?

Titrek, korkak bir sesle ‘neden gelmiyor?’ dedim.

Sanki bütün soruları kendine sormuş ve cevaplamış gibi, hiç düşünmeden pat diye ‘beklediğimi bilmiyor ki’ dedi.

Bir şey söylemem gerekiyordu farkındaydım. Ama neresinden tutsam da elimde kalabilirdi. Benim imtihanım da bu.

Aslında çok bilmediğim bir hikâye değildi, daha önce daha şaşırtıcılarına da rast gelmiştim. Beni hep şaşırtan ne diyeceğim noktasındaydı.

Ama O anladı benim ona verecek ve onun kalbini teskin edecek bir sözüm olmadığını. Bu yüzden anlatmaya devam etti.

‘bir gün gelmişti. Yağmur yağıyordu o gün biliyor musun? Kış başlangıcıydı. Portakal soymak, ıhlamur kaynatmak, patik giydirmek ve saçlarını kurutmak istedim.’

O bunları anlatırken gözümde canlandırıyordum. Bir an saçlarını düşündüm, kuruma ihtiyacı olacak kadar saçı varmış demek ki diye içimden geçirip güldüm.

Ama O benim güldüğümü fark etmedi, anlatmaya devam ediyordu. Bir de gözleri dalmıştı. Sanki o güne geri dönmek ister gibi bakıyordu.

‘çok ıslanmıştı ama gelmişti. Çay demlemiştim. Düşünebiliyor musun gelmişti. Bir insan neden gelir ki?’ dedi ve gitmek istediği andan bir anda çıkıp yanıma gelmişti.

Gözleri bu sefer bir cevap arıyor gibi bakıyordu. Ama doğru ‘bir insan niye gelir ki?’ dedim ben de kendime.

‘sen niye geldin?’ dedim. Çünkü bu tek taraflı bir eylem değil, gelmek tamamıyla iki kişilikti.

‘bekleyenin kaderi önce gelmekten geçer.’ Dedi. ‘ o halde o da mı bekliyor?’ dedim merakla.

‘hayır’ dedi ‘onun kaderinde beklemek yok, gelmek ve ama gelen değil o..’ dedi.

Beynim biraz yanmıştı ama O’na yardımcı olmayı istiyordum. Acı çekiyordu. Hemen duygularımdan sıyrılmam gerektiğini anladım.

Belki sadece içini boşaltmak istiyordu, belki hastaydı yani bu bekleme eylemi aslında çok da sağlıklı bir şey değildi.

Kendimi toparlamalıydım. Yardımcı olmak istiyorsam önce kalbimdeki sevgisinden uzaklaşıp ona hakkaniyetle ve adaletle bakmalıydım.

Yaşamış olduğu bu duyguya verdiği isim gerçek bir sevginin eseri mi? Yoksa hastalıklı bir ruh halinin ortaya çıkışı mı?

Düşüncelerimi böldü

‘gözleri var ya’ dedi, ‘gözlerinde ne ararsan onu bulursun. Ben yalçın kayalıkları, sarp dağları onun gözlerinde gördüm. Ayder yaylasını, tortum şelalelerini, Giresun kalesini, gün batımı, gün doğumunu, yeşili, maviyi, siyahı, Şems’i, Mevlana’yı, kitabı, kalemi hep onun gözlerinde gördüm.’

İnşallah bu insandır diye düşündüm. Ve bu sefer yardım etmek için gelen o merhametten ziyade, endişe ve kaygıyla dinlemeye başladım.

‘beni anlamadığını biliyorum’ dedi.

İç sesimi duydu zannettim, devam etti ‘anlamayacağını da biliyorum. Çünkü görmedin gözlerini.. Beni ne derin kuyulara attığını bilmiyorsun.’ Dedi.

Usulca doğruldu, ‘hadi git’ dedi ‘gelirse beni böyle kederli görmesin, çiçekli elbisemi giyeyim. Gelirse içi açılsın’ dedi.

Çok yazdım. Ama devam edeceğim :)