İzleyiciler

23 Kasım 2017 Perşembe

Ben Ve O




Bir süredir yoldaydık…

Çok fazla azığımız yoktu heybemizde, zaruri ihtiyaçlarımızı giderecek kadar ufak tefek eşyalar vardı sadece. Yol uzun olduğu için çok yük edinerek yormak istemiyorduk kendimizi. Onun yükü daha ağırdı, ama hiç şikayet etmezdi. Rahmanın Rahmetini taşıyan bir tebessümü her zaman dururdu yüzünde. Ne kadar yorulursa yorulsun, asla düşmezdi yüzü. Nice yollardan geçtik birlikte, hiç birinde şikayet ettiğine şahit olmadım. Ona bakınca zorluklar birden kolaylık buluyordu. Gerçekten zor yollardan geçmiştik. Bir köprü var ama oldukça zahmetli bir yerdi, bilmiyorum neden sürekli bu tehlikeli köprüden geçmek zorunda kalıyorduk? Hem kapısını açmak çok zordu hem de köprünün aşağısı derin bir uçurumdu…

Oradan hep korkuyordum…

Yolda yürümek, yolcu olmak öyle sanıldığı gibi kolay değildi. Neyse ki yalnız değildim. Neyse ki her düştüğümde, o elimden tutarak beni kaldırıyordu. Ve yine işte ulaşmıştık o tepeye. Ama bu sefer biraz farklı bir hal vardı üzerinde. Yorulduğunu düşündüm. Neticede ben azcık azığımla ne kadar yoruluyordum, oysa onun yükü benimkinden çok çok daha fazla ağırdı. Bunlarla kendimi telkin etmeye çalışsam da içimi bir korku sarmıştı itiraf etmek gerekirse. Sanki canım çekiliyor gibiydi, huzursuzdum. Hayra yorarak devam ediyordum. Çok düşünceli görünüyordu.

Normalde bilirim yüzündeki bütün çizgilerin anlamlarını. Kaşının üzerinde, alnının ortasındaki mesela, bir sır almıştı. O emanetin izi o. Ama bu sefer farklı tanımadığım bir hal bu…

Hayr olsun…

Düşünceler içerisinde ilerlerken yine geldik bu kapıya… Oysa kaç kere geçtik aynı köprüden neden yetmiyordu bilmiyorum? Neden sürekli geçiyoruz buradan? Neyse ki yalnız değilim. O hep benimle…

Derken bir şey oldu, durdu. Başını kaldırmıyordu. Normalde yüzünde hep bir tebessüm vardır ama bu sefer oldukça ciddi görünüyordu. Ben bir adım yaklaştım o iki adım uzaklaştı. Canım acıyordu, ama muhakkak bir bildiği var diye bir adım atmaya daha cesaret edemiyordum.

-          Neden gitmiyoruz? Yoruldun mu? Dedim.

-          Hayır, dedi. Sesi soğuk ve donuk, tebessümü iyice kaybolmuş. Bu ifadeleri tanımıyorum. Allah’ım ne oluyor?

-          Bundan sonra ben yokum, artık yalnızsın. Vakti geldi tek başına yürümelisin.  Dedi bütün o donuk ifadelerle.

İnanamadım, şaka yapıyor olmalıydı. Nasıl yürürüm? Yalnız başıma. Üstelik biliyor ben çok düşüyordum. Biliyor bu yol çok tehlikeli, korkarım hem ben.

-          Beni yalnız mı bırakacaksın? Ama bilmiyor musun ben çok düşüyorum? Dedim.
İçimdeki korku yerini yavaş yavaş öfkeye bırakıyordu. Öte yandan kıyamıyor, yakıştıramıyordum. İçimdeki korku an be an büyüyordu. Sanki bütün vücudumu makaslarla kesiyorlar gibi acı çekiyordum. Yaklaşmak istedim, izin vermedi. Oysa bana kıyamazdı biliyorum, ama bu durum bana çok yabancı. Ellerim titremeye, dizlerimin bağı çözülmeye başladı. Hıçkırarak ağlıyor yalvarıyordum.

-          Ne olur, ne olur bırakma beni. Korkuyorum ne olur bırakma. Yapamam ben sensiz ne olur gitme.

Yüzünde hiç görmediğim kadar sert bir ifade ile:

-          Anlamıyor musun? Seni istemiyorum, seni sevmiyorum. Dedi.

Bu sözler gerçekten onun dilinden mi düşüyordu? Çok şaşkındım. Birçok duyguyu aynı anda yaşıyordum. Yüzündeki o soğuk hali içimde anlamadığım bir ateş yaktı. Evet bu tam anlamıyla bir ateşti. Sanki ağzımı açtığımda tüm alemi yakacak gibi, o da aynı korku gibi, acı gibi hızla büyüyordu.  Allah’ın Rahman ismini gördüğüm, sığındığım kalem yıkılıyor gibiydi.

Normalde hayatımda ne kadar büyük bir sorunla karşılaşırsam karşılaşayım, hep o var diye rahatlardım. Sanki Kur’an-ı Kerim’den vücut bulmuş bir ayet gibi, Allah ile aramdaki vesile gibi huzur bulurdum. Ama şimdi sığındığım kalem yıkılıyor, sanki bir anda dünya kocaman oluyor ve ben altında eziliyordum.  

Gitti…

Arkasına bakmadan gitti…

O kadar ağladım ki, bu acının beni öldüreceğini düşündüm. Yerimden kalkamadım. Ayaklarım beni taşımıyordu, kalbimin üzerinde ağır bir taş var gibi hissediyordum. Canımdan can gidiyor, bedenim boş bir çuval gibi olduğu yere yığılıp kalmıştı. Kahrolmak mı bu bilmiyordum. Artık yalnızdım.

Ama düşerim ben biliyordum…

Üstelik bu köprünün altı büyük bir uçurum, nerede sonlandığını hiç görmediğim kadar yüksekti.

Hem… Hem bende yükseklik korkusu vardı.

Ahh… Beni bu kadar tanıdığı halde nasıl oluyor da beni bu yolda bırakıyordu? Acı, öfke, korku, şaşkınlık hepsi bir arada bir de içimde bilmediğim bir ateş…

-Bütün bunlarla nasıl başa çıkacağım?

-Ne olacak şimdi? Ne olacak Allah’ım? Neden benim ışığımı elimden aldın? Gerçekten Allah alır mı? Hayır, kesinlikle benim günahlarımın tecellisi bu… Hangi günahımın cezası bu bilmiyorum…

Bir süre sadece ağladım… Hareketsiz bekledim, geri dönmesini ümit ediyordum. Halim kalmamıştı. Heybemde ne var ne yok umurumda değildi. Etrafımda ne olduğu da beni ilgilendirmiyordu. Akşam olmuş sabah olmuş önemsemiyordum. Bu şekilde sessizce ölürüm diye düşündüm. O kadar çok ağlıyordum ki, çoğu zaman gözyaşlarım halsiz düşürdüğü için yığılıp kalıyordum. Cennetten kovulmuş gibi hissediyordum. İsyan etmiyordum ama harekete geçmek aklıma gelmiyordu. İmanı yanlış anlayan insanlar gibi, kendimce tevekkül ettiğimi ve dua ile kaybettiğimin bana geri verilmesini bekliyordum. Sonra heybem gözüme çarptı…

Onun hatıraları vardı içerisinde…

Birlikte topladıklarımız…

Belki kokusunu alırım diye hemen yerimden kalktım ve heybemdekileri döktüm ortaya…

Çok bir şey yoktu. Ama olan her şeyde o vardı. Onun sevgisini buldum, bu öfkemi dindiriyordu ama başka şeyler de çıktı heybemden. Allah’a ümit etmeyi nasihat etmişti mesela bunu almışım koymuşum heybeme…

Sonra sırlar vermişti bana, İmam Hüseyin (a.s)’ı anlatmıştı, bunlarda vardı benimle. Sonra bir şişe su, tespih ve bir de Kur’an-ı Kerim…

Kalk yerinden dedim… Kalk… O sana dedi ki, “artık yalnız devam etmelisin” yani hareket etmen gerekiyor…

Başka çarem yoktu, bu yolu yürümem gerekiyordu.

Gücüm yoktu…

Ama kalkmalıydım…

-          Görelim bakalım Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler dedim yine kendi kendime.
Ve açtım kapıyı yine bin bir zahmetle… Artık daha çok kızıyordum ona, şu hale bak…
Neyse yol bu, muhakkak bitecekti… Yürümeye başladım…

Defalarca düştüm, evet kızıyordum bazen ona bazen kendime. Çünkü daha önce de hep aynı yerde düşmüştüm.

Ve yine derken köprünün bir tarafı yıkıldı, ayağım kaydı yere düştüm. İçimdeki korkunun ismi sadece korku değildi. Acı ve ıstırap, hasret ve özlem, korku ve öfke… Bütün ama bütün duyguları bir arada yaşıyordum. Ne tek biri ne hepsi tamamen ama aynı anda…  Ağlamaya başladım.

-          Gör halimi, beni bırakıp gittin gör. Perişanım, darma dağınığım… Ama bu yol bitsin bir çıkacağım senin karşına…

Umudum azalıyor gibiydi. O kadar zavallı ve acizdim ki. Tam o sırada ne oldu bilmiyorum. Aklıma bir kere düştüğümde beni kaldırmak için geldiğinde söylediği söz geldi

-          Kalkmak istediğinde “Ya Ali” de

Sözünü dinledim…“Ya Ali” dediğimde basamaklar gibi olan, bir yanı uçuruma düşmüş köprünün 3-4 basamağını aynı anda geçtim. Nasıl olduğunu anlamamıştım. İlerlemeye başladım. İlerledikçe içimdeki öfke yerini daha çok sevgiye bırakıyordu. Acı kendini Aşk ile takas ediyordu. Ne perişanlığım kaldı. Ne acizliğim dışa vuruyordu. Ama sözüm azaldı, söylemek istediklerim var ya onlar sanki eridi… Sözler içimden kanat çırptı, göklere doğru uçtu. Gökler derken, ne kadar yakındık gökyüzüne, sanki yeryüzü ayaklarımızın altında gibiydi…

Sona doğru yaklaşıyordum… Köprü de bitiyordu hamd olsun, gerçi artık bitmese de artık korkmuyordum. Etrafımın ne kadar güzel olduğunu fark ettim. Köprü sanki bir merdiven gibi ilerledikçe yükseliyormuş onu anlamıştım.

-          Buralar ne kadar güzelmiş, sanki dünyanın üzerindeyim. Gökyüzü ve yeryüzü bir arada ama yemyeşil… Allah’ım ne kadar güzel yaratmışsın…

Yolun sonuna geldim…

Etrafımı görmek için başımı kaldırdım. O’nu gördüm…

Sanki işkence etmişler gibi atmıştı rengi… Beni bekliyordu. Yanına gittim, yorgun gözleriyle bana baktı.
-          Canın çok acıyor mu? Dedi

Tebessüm ettim, onu görünce acı mı kalırdı?

-          Hayır, ama sen iyi görünmüyorsun. Dedim

Yere baktı, ben benim imtihanım bu sanıyordum. Ama aslında ondan habersizdim.

-          Yaşadığın her şeyden haberim var. Biliyor musun? Düşmekten daha ağır olan, düşeni gördüğün halde gidip onu kaldıramamak. Seni gördüğüm halde, seni kaldıramadım.   Dedi

Merak ediyordum, dayanamadım:

-          Neden beni bıraktın? Dedim

Çok soru sormak istemiyordum, canı acıyor gibiydi.

-          Bu yolu daha önce defalarca birlikte yürüdük, defalarca sana nerede ne olduğunu anlattım, ama yanında ben varken sadece yürüyordun, ilerlemiyordun. Dikkatsiz ve kör gibiydin. Eğer seninle gelmeye devam etsem, yürümelerin sadece ayaklarının hareketi olarak kalacaktı. Oysa görmen gerekenler çok daha fazlaydı. dedi

Söyledikleri zihnimde aydınlanmalara sebep oluyordu, aynı zamanda ona öfkelendiğim zamanlar için utanç duyuyordum. Nasıl bilmezdim, onun kendisinden çok beni düşündüğünü?

-          Beni sevmediğini söyledin. Dedim ama aslında öğrenmek istediğim ondaki o ifadelerin ve soğukluğun sebebini öğrenmekti.

Yutkundu, gözlerini yere dikti.

-          Evet, dedi. Ve devam etti. Eğer sana karşı dik durmamış olsaydım sen gitmek için kendindeki kudreti bulamayacaktın. Kabuğun içindeki filizin çıkması için, kabuğun kırılması gerekir. Sendeki kabuğun da kırılması gerekiyordu. Ve bunu yapmak bana düştü. Yürüdüğün yol hayatın gibidir. Defalarca yürüdüğün geçtiğin ama çoğu zaman dikkatsizlik yüzünden kaçırdığın şeylerle doludur. Diğer taraftan yanında birilerinin olması sana yardımcı değil, ilerlemeni engelliyordu. Çünkü iradeni kullanmıyordun. Ümidinin Allah’a olması gerekiyordu. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i beyt (a.s.)’in vesilesiyle kalkmalıydın. Allah’ın sende yaratmış olduklarını görmen gerekiyordu. Ve şüphesiz her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. dedi

Zihnimde bütün parçalar tek tek yerine oturuyordu. Bir anda başımı çevirdim etrafıma bakındım, çok güzel bir yerdi burası. Söylediklerinin üzerine bir sözüm yoktu. Yolu yürümek, yolda yürümek yol ne kadar güzel olursa olsun, farkına varmayanlar için bir ilerleme değildi.

İnsanın en büyük savaşı içinde kendisiyle yaptığı savaş, Resulullah (s.a.a) demiyor mu insanın nefsi ile mücadelesi için “ Cihad-ı Ekber” diye? Gerçekten öyle, bir ömür yaşıyoruz nefsimizle mücadele halinde. Ümidi başka şeylere bağlıyor asıl amaçtan uzaklaşıyoruz. Yol arkadaşlarımızın ilim ve irfanını kendimize nispet ederek, hatta daha ileri giderek onlar(mış) gibi böbürlenerek yürüyoruz.


Oysa ne diyordu şair? "Burası dünya! Ne çok kıymetlendirdik. Oysa bir tarla idi; ekip biçip gidecektik.." (Cahit Zarifoğlu)