İzleyiciler

26 Aralık 2016 Pazartesi

Götürün Beni...



Götürün beni buralardan...
Nefret,
Kin kokan insanların arasından... Kaygısızca sıyırıp götürün, Hislerimi bu çöplükte bırakacağım! Yeni bir gelin gibi, Bambaşka bir kapıya götürün beni... Uzaklara,
Ama çok uzaklara...
İnsanların etime taktığı kancalardan kurtarın beni!
Serzenişime ses ver Ey Nazlı!
Rabb'imin yolu olan, Bana merhem olacak olan, O yola sessizce götürün beni...
Töhmet tokadı vuranların harbinden uzaklaştırın...
Tek bir gönülle, Yüzüme sürülen tebessümden, Tırnaklarıyla sırtıma yara açanlardan, Kaygısızca sıyırıp götürün beni...

Ve Sen... Ama Sen... Ama ellerine verdiğim buketleri alıp, Gömeceğim bir mezarlığa götürün beni..

24 Aralık 2016 Cumartesi

Belki de Küstü Bize

Biz diyorum kendime, ne kadar çoğul olabilirsem o kadarım oysaki. Kendime ihtiram mı gösteriyorum, yoksa kendimi o bizin içinde mi gizliyorum bilmiyorum. 

Aslında gizlenmek istediğim bir liman vardı. Kıyısına çekilmek ve gökyüzünü izlemek istediğim bir limandı. Yeşildi, huzurlu ve sakin. Ama öyle uzaklara düştü ki o liman şimdi nereden bakarsam bakayım yeşiller griye çalıyor. Huzur kendini denize vurmuş gibi, sakinlik te denizde boğulmuş gibi.

Bana ait bir şeyler vardı o kıyılarda, bilmiyorum nerde, neresinde ama oradaydı işte. Kendimi koyuvermiştim o sessizlikte. Sessizlik derin, derinlik öyle boğan değil sanki yücelişin sırlarını saklıyor gibiydi.

Ben ve ben’liğin olmadığı bir yerde nasıl kaybolmuyordum bilmiyorum. Belki de kıyılar küsmüştür bana ve örtmüştür çehresini…

Bilmiyorum…





18 Aralık 2016 Pazar

Bir Başka Hikaye...



Hepimiz bir hikâyenin ana karakteri yahut bir filmin başrol oyuncusu değil miyiz? Gün içerisinde karşılaştığımız yüzlerce insanın kendi içinde bir hikâyesi yok mu sanki? Var elbette.

O da onlardan biri işte. Gün içerisinde karşılaştığımız yüzlerce insandan biri. Kendi halinde, kendi derdinde ve kendi dermanında biri işte.

Aslında insanların yücelik ve aşağılık halleri genel kriter ve ahlaki özellikler çerçevesinden çıkıp bakıldığında bizim bakışlarımızın ne kadar yüce ve aşağılık olmasıyla alakalı biraz. Küçüklüğümden beri bir insanın bir şeyi isterse seveceğine inanmış ve bunun deneylerini kendi üzerimde uygulamışımdır. Sevmediğim her hangi bir şeyi telkin ve ikna ederek kendimi, kabul görmüş ve kendime kanmışımdır.

Bir şeyi yüceltmek ve onu küçük görmekte yine bence tabi aynı kaynaktan besleniyor. Yani kendimizle, bakışımızdaki maharetle alakalı diyelim.

Konudan çok uzaklaşmadan, bence izlenmesi gereken ama bir başkasının belki teveccüh etmeyeceği bir üçüncü tekil şahıstan bahsetmek istiyorum.

“O”

Çıkış zili yaklaşıyordu, içinde bir huzursuzluk, kalbinin üstünde bir sıkıntı, boğazında bir düğüm belki ilk defa o zilin çalmasını istemiyordu. Saatlerce okulda olmak onu fiziksel olarak yorsa da eve gittiğindeki yalnızlık fikri saatler ilerledikçe iyice sarmıştı. Peki, şimdi ne olacaktı? Ne olmalıydı?

Bir insanı en fazla ne üzebilir ki diye düşünüyorum. İhanet? Yalan? Dedikodu? Ama galiba bunların ya da daha fazlasının insanı en çok üzeni, bütün bunları sevdiği birinin yapması oluyor.

O’nu üzen dedikodu, yalan vs türünde bir şey değildi. O en çok yalnız kalmışlığına inciniyordu. Sevdiği tarafından yalnız bırakılmaktan daha acı ne olabilirdi? Bir kale düşünün, dışında ne kadar yorulursanız, neyle karşılaşırsanız karşılaşın, o kalenin sınırlarından girdiğiniz an huzur bulursunuz. Dışarıda bir ejderha da olabilir ağzından alevler çıkan, bir düşman da olabilir elinde zehirli ok, dilinde zehirli sözler olan. Ama o kale var ya, o kaleye varma ümidi. İşte o insanı ayakta tutar.

Kıyılarına sığındığın liman da böyledir. Hepsinin ana teması, senin mahremin olması ve orda huzurunun, mutluluğunun, hayallerinin olmasıdır.

O da öyleydi. Bu kaleye sığınmaya çalışıyordu. Ama zalim mi yok dünyada? Onun kalesini elinden almaya çalışıyorlardı. Limanlarını ateşler salıyorlardı.

Bundan daha acısı ise, kalesi O’nu yalnız bırakıyordu.

Neyle savaşmak zor? Kimle mücadele etmek daha kolay? Savaş, mücadele isimleri dahi yoruyor beni. Üşendiğimden belki de bilmiyorum ama tahammülüm yok hele ki birinin algısında herhangi bir değişiklik, farkındalık uyandırmak benim için çok sıkıntılı.

Eve vardı. Duvarlar üstüne geliyordu, yalnızlık iyice sinmişti. Hadi gündüzler bir şekilde geçer, ama normalde buz gibi olan duvarlar geceleri ateşten kütlelerle üstüne düşüyordu. Can yangını başka bir mesele. Aşk değil bu daha ayrı. Adamın biri mesela, bilmiş nasıl oluyor bu vakitler demiş: “gece her şeyin iki katıdır”

İkiye katlayarak, çifter çifter geliyor gece olunca gelenler. Bu bir hikâye, ama maalesef hayal ürünü olan bir hikâye değil. Evet, o zil çaldı ve O eve vardı.

Şu saatlerde yine aynı şeylerle mücadele ediyor. Peki diyorum, Allah’ım Sen bize burada ne öğretmek istiyorsun?



15 Aralık 2016 Perşembe

Çünkü Biz Kardeşiz :)



Bu yazıyı yazma fikri dahi bana huzur verdi. Kardeşlerimi düşünürken yüzümde tebessümler açıyor. Biz farklı anne ve babalardan doğan öz kardeşleriz. Sanki Allah bizim için bir ruh yaratmış ve hepimiz arasında o ruhu pay etmiş gibi J

Dostluk yeterli gelmiyor kardeşlerimi anlatmaya. Bu bir itiraf mı bilmiyorum. Ama bazen kendi kendime konuşurken ansızın mesela aklıma Fatıma geliyor, onun naif sesi kulağıma geliyor. Sonra başlıyorum onunla kendi kendime sohbet etmeye. Yahut Betül’ün koluma girdiği an geliyor. Konuşmadan sadece o an birbirimizi ne kadar sevdiğimizi, anlaşmak için sadece sözlerin kullanılmadığını hissedip mutlu oluyorum.

Zeyneb’in gülüşü, Merve’nin bir anda çok doğal olan tatlı halleri, Boncuk Zeyneb’in nasıl tepki göstereceğinin kestirilememesi yahut Nergis’in adımı söylerken anlatmak istediği her şeyi tek çırpıda gönlüme koyması.

Ne ilginç, kardeşlerimin sadece ismimi söylerken ne düşündükleri içime siniveriyor. Diyorum evet şuan Nergis kesin bunu düşünüyor.

Bir tık onlardan bahsetmek istiyorum aslında. Çok değil minnacık sadece J

Fatıma’dan başlayalım, ömrümde tanıdığım en kibar ve naif ruhlu insanlardan biri. Duygusal kendi içinde, çok ketum. Hatta o kadar ketum ki, bazen kendiyle dahi konuşmadığını düşünüyorum. Gözyaşları sır gibi. Kimse gördü mü bilmiyorum, buna şahit olmak bir mucizeyi izlemek gibi olsa gerek. Gönlü geniş. Merhametli. Ondan bahsederken kulağımda hep şu sesi çınlıyor “canımsın” J

Zeyneb’le devam edelim. Akıllı, ne istediğini bilen, kimseye hiçbir şartta içini dökmeyen. Çoğu zaman yastığına sığınıp uyumayı, konuşmaya tercih eden, ketum ama samimi, ama sıcacık bakan ama insanın içini kilometrelerce öteden dahi ısıtan badem gözlü kardeşim. Zeyneb öyle içli ki, onun acı çektiğini düşünmek dahi insanın içini sızlatabiliyor. Bazen içimde onun kalbinin attığını hissediyorum. J

Betül… Dışarıdan bakıldığında belki en çok mantığıyla hareket ediyor gibi görünen kardeşim. Ama Betül’ü hissedebilmek başka bir haz. Başka bir tat. Çünkü onun o boncuk gözlerine bakınca bende sadece onu izleme hissi doğuyor. Keşke hep Betül konuşsa ben dinlesem. Bazen çok uzun bakıp kıza rahatsızlık vereceğim diye korkuyorum mesela. J İnsanın içi daralır bir anda ne yapacağını bilemez, yalnız kalmak ister, yahut kendiyle yüzleşmek ister. Bir kıyıya çekilip denizi izlemek. İşte Betül böyle. Kıyısında dinlenilmek istenilen o engin deniz. Duru ve yalın. Yormadan…

Merve J Adı dahi dişlerimin hepsini ortaya çıkarıyor. Küçük kardeşim, afacan biraz, biraz da heyecanlı. Merve’yi anlatacak doğru kelimeyi bulmak zor, biraz çatlak, biraz sıyırık, ama çok tatlı, çok samimi. Herhangi birinde yaptığı takdirde insana acayip gelen ya da normal gelen bir şeyi nasıl oluyor da Merve öyle tatlı bir hale getiriyor bilmiyorum. Ona takılmak, onunla uğraşmak gerçekten çok heyecanlı ve gerçekten Merve’nin varlığı bu dünyadaki kötülükler içerisinde temiz kalmış bir yerin varlığı gibi.

Boncuk Zeyneb J Şimdi iki kardeşim var ikisi de Zeyneb olunca birine bir şeyler eklemek gerekiyor. Zeyneb’e yıllardır boncuğum dediğim için kızın adı Boncuk olarak kaldı. Yiğenlerim dahi ona Boncuk teyze diyorlar. Yani Boncuk ismini yapıştırdık kıza. O daha çok kendi içinde yaşayan, dış dünyaya daha kapalı ama içinde inanılmaz eğlenceli olan garip biri. Yıllardır birlikteyiz, neredeyse birlikte büyüdük ama bazı noktaları hala kör. Gerçi herkes için bu böyle, herkesin bir kör noktası var. Boncuktaki de böyle işte. Keskin çizgileri olan, ketum, merhametli, vefalı…

Ve Nergis J Bu isim ondan başkasında bu kadar tecelli edemez biliyorum. Nergis her şeyiyle narin bir çiçek. İsmi o kadar sirayet etmiş ki ona, bazen Nergis’i sulayasım geliyor. O kadar içli ki ve o kadar güçlü ki, bütün çiçeklerden birer nebze onda görmek mümkün gibi. Ama güldeki dikeni görmedim Nergis’te, varsa da kendine batıyordur o diken. Başkasına zarar verebilecek hiçbir şey yok o kızda. İçli, zeki dupduru, apaydınlık, huzur gibi bir şey Nergis.

Aslında hepsi kendine has bir yere sahipler. Gerçekten buradaki birkaç satır onları anlatmaya yetebilecek kadar güçlü değiller. Onları seviyorum demek te yetmiyor içimde. Sanki içimi açsam yine yerlerini göstermeye yetmeyecek gibi geliyor işte. Kardeşlerime aşık mıyım bilmiyorum, ama Aşk gibi güçlü, Aşk gibi tıpkı. İyi ki varlarım, iyi ki lerimin hepsi.


Kötülüklerin, zulümlerin, ayrılıkların, acı ve ıstırabın bir de yetmiyormuş gibi dünyanın bütün yükünün arasında,  onların varlığı cennetin bir kapısının yüzüme açılması gibi. Yükümü hafifleten, ağrılarımı dindiren yanlarım. Allah’ı zikreden yanlarım, kaybolduğumda bulunmuşluklarım, düştüğümde kalkmışlarım, yaralarımla merhemlerim. Ve daha bir sürü şey….

14 Aralık 2016 Çarşamba

Bilmiyorum...



                Ne yazacağımı, nasıl başlayacağımı bilmiyorum. 1 saatte sadece 3 bardak çay içebildim ve bugün toplamda içtiğim çay sayısı da bu 3 bardak. Bunu neden dert ediyorum bilmiyorum ama inşallah soğutmadan bu bardağı içerim ve kimse kesmeden bu yazıyı bitiririm.

                Amacım yazı yazmak değil, içimi dökmek itiraf sayfama bir yenisini daha eklemek ve içimde beni esir eden cümlelerden kurtulmak. Böyle dediğime bakma, içimdekileri dile hiç düşürmedim ki şimdi itiraf edeyim.

                Ama bir gün, belki keyfim yerinde olduğunda…

Olamaz mı? Olabilir elbette.  Ama şimdi değil.

Her şey üstünüze geldiğinde vazgeçmeyin diyor Mevlana, peki vazgeçmemenin zıddı ne? Direnmek mi? Durmak mı? Sabretmek mi? Ne?

Peki, hiçbir şeyden vazgeçmezsek, bu sefer birikmez mi? Ya artık fazla geliyorsa? Ya artık fazla geliyorsak?

Büyümeyi oldum olası sevmedim. Doğum günleri de hiç cazip gelmemiştir mesela. Biliyordum işte. Büyümek dedikleri şey insanı yavaş yavaş öldüren bir tür zehirden başka bir şey değil. Üstelik bu zehrin her damlasını hissedebiliyorsunuz. Ne korkunç.

 Zamanla yahut yaşlanmakla kavgam yok. Benim derdim büyümekle. İstemiyorken büyümeyi tutup beni bu kocaman dünyaya bırakmalarıyla problemlerim var. Sıkıntı büyük yani.

Ne olurdu şimdi çocuk olsaydım? Bu yazıyı yazmak yerine hayaller kursaydım. Ne olurdu, çocukluğuma geri dönebilseydim, ablamla kardeşimin aşağıda benim inmemi bekledikleri ağaçta bulutlara değme umudu taşısaydım. Şimdi nereye dokunursam dokunayım, farklı bir sızı. Her şeyin farklı bir anlamı var. Renkler dahi manalar taşıyormuş ne kötü.

Sarı ayrılıkmış ya da hastalıkmış, mor başka bişeymiş, mavi huzur veriyormuş, yeşil rahatlatıyormuş ama siyah iç karartıyormuş, falanmış filanmış. Şimdiye kadar tek bir kelime dahi konuşmamış siyah kimseyle ama neden ona öyle bir anlam yüklenmiş peki? Bu haksızlığı bu büyüklerden başkası yapamaz. Evet, evet kesin onların işidir. Siz hiçbir çocuğun sarı görünce bu hastalık ve ayrılık dediğini görüp o renkten vazgeçtiğini gördünüz mü? Ben görmedim.

İşte tam şuan renklerin, hayallerin ne bileyim birçok şey var işte onlar için ağlamaya yeltendiğim bir vakitte kocaman adamın biri tutup bir şiir yazmış.  Demiş ki; “ağlamak için gözlerden yaş mı akmalı, dudaklar gülerken insan ağlayamaz mı?”. Zar zor gönlümüzden gözümüze düşen, düşene kadar da bütün azalarımızı yakan gözyaşımızı boğazımızda düğümleyip yüzümüze tebessümü yapıştırmasına ne demeli?

İşte büyümek böyle çirkin bir şey. Ağlatmıyorlar bile insanı doya doya.

Şimdi de böyle olsun bakalım. Ama bir gün itiraf edeceğim İstanbul ve Ankara’nın anılarına tutunarak.



5 Aralık 2016 Pazartesi

Oyuncak Bebek ve Ben


Bu yazıya nasıl bir başlık koyacağımı bilmiyorum. Açıkçası içimdeki her şeyin de bir başlığı olmak zorunda mı onu da bilmiyorum.

Geçtiğimiz günlerde nereden geliyordum hatırlamıyorum, telefonda konuşuyordum. Oldukça derin bir mevzuuydu baya kaptırmıştım kendimi. Eve henüz vardı. Bu arada mevsim son baharın sonları, güneşin sıcaklığından çok aydınlığından yararlandığımız dönemlerdeyiz. Aslında güneş hiç ısıtmıyor da değil ama neyse konumuz bu değil.

Yolda yürürken, artık camdan mı düştü, yoksa bir afacan bilerek zevk aldığı için mi yere attı yahut bir kız çantasını kurcaladığı sırada farkına varmadan mı düşürdü bilmiyorum, yerde boynu bükük bir örgü bebek yatıyordu. El işiydi belliydi, toplamda onunla geçirdiğim vakit bir dakika değil, gördüm bir kaç saniye duraksadım ardından yola devam ettim.

O maksimum bir dakika içerisinde, o üzeri kirlenmiş ve başına ne geldi de oraya düştüğünü bilmediğim örgü oyuncak bebek bana birkaç şey öğretti.

Evvela telefonda hem arkadaşımı dinliyor söylediklerini anlıyor ona cevap veriyordum. Bu benim için başarılı bir çalışmaydı. Ardından, yerdeki bebeği almak istedim, ama bir an o bebeğin birinin olduğunu, belki birinin onu yana döne aradığını düşündüm.

Belki onu atan afacan o bebek için ağlıyordu.

Belki çantasını karıştıran kıza onu çok sevdiği biri hediye etmişti ve o kim bilir geçtiği yolları düşünerek o bebeği bulma çabasındaydı.

Bilemedim işte. Bıraktım sonra onu orda el dahi sürmedim. Ama bu bana birkaç şey öğretti. Hayatımızda bize ait olan ama kaybettiğimiz birçok şeyi ansızın kaybedebiliyor ve onu bir anda başka yerde görebiliyoruz. O an ki hüznümüz şüphesiz tarif edilemez. Diğer yandan, gözümüzün gördüğü her şeye elimizi uzatmamız da doğru değil, kim bilir elimizi uzattığımız ve bizim tabirimizle kurtardığımız o sokak aslında bir başkasının kaybettiği kaldırımlardır. He tabi bu kadar hesap kitap yaparak yaşamak doğru değil, ama yaşarken biraz izlemek gerek.


Hayat bazen bize biraz ketum davranıyor. Her şeyi açık etmiyor. Ama bu bizim yaşamamıza ve hayatımıza devam etmemize engel değil. Biraz sabır, biraz da olayları okumak, konulara bakmak lazım. Evet söylemesi kolay ama bu sözleri kendim için de söylüyorum. Zaten bunlar hep içimdekiler J

2 Aralık 2016 Cuma

Bişeyler Bişeyler :)


                  Her zamankinden farklı olsun istedim. Hani içimdekileri yazacaktım ya, işte içim sadece hüzün ve kederle dolu da yazıklarım bir tek acılara ayna oluyormuş hissine kapıldım bir süredir. Oysa öyle değil, dertler var eyvallah ama insan var olan sıkıntılarla da yol alabiliyor. Yani karamsarlığı streçleyip hayatı iteklemenin anlamı yok. Hayatı yaşamaya bakmak lazım.
               
                Bütün bu düşündüklerime rağmen eğlense de, neşeli de olsa insan yazmak için kaleme eli değdiği an sanki damarlarından kan akıyor kâğıda. Bu da garip hatta biraz arabesk bir örnek oldu o da ayrı tabii.  

                Ne diyorduk, gülmek lazım. Her şeye ve her şeye rağmen gülebilmek lazım. Eğreti, sığ bir kahkaha değil kastım, söylemek istediğim böyle içi dolu, sıcacık bir gülümseme. İhtiyacımız var çünkü bu samimiyete. Şöyle dönüp baktım bugün etrafıma, yolda yürürken insanlara, yaşadığım ev içinde aileme, kardeşlerime, arkadaşlarıma. İhtiyaç duydukları ve içlerini boşaltmak istedikleri alanlara. Herkesin ihtiyacı diğerininkinden farklı doğru, ama her insan ihtiyacını başkasını incitmeden giderebiliyor mesela. Bu önemli bir detay benim için. Ve gülmek. Bu çok önemli.

                Bugün örneğin, bence güzel bir olay oldu. Diğer birçok olumsuz belki daha büyük negatif duygular yükleyen olayların yanında, narin, naif, latif bir olay. Yıllardır görüştüğüm, gönülden sevdiğim, aziz bildiğim bir dostum kendi öğrencisinin sesinden sevdiğim bir parçayı benimle paylaştı. Yoldaydım, yürüyordum, bir an bildirim gelince telefonuma baktım. Öyle çok heyecanlanmadım, ama paylaşımı gördüğümde yolun ortasında durdum, kendime kendimce sessiz olan bir yere geçtim kulaklıklarım kulağımdaydı zaten açtım dinledim. Normalde hüzünlü bir parça olmasına rağmen içimi inanılmaz güzel ve sevinçle doldurdu. Gerçekten bunun sebebi ne bilmiyorum. Ama hala hatırladıkça mutlu oluyorum.

                Bir fıkra, bir karikatür yahut komik bir olay değildi. Ama kocaman bir gülümseme ile o an üzerimde olan bütün olumsuz negatif ne varsa hepsini o sokağın kenarında rüzgâra bıraktım. Hatta rüzgâra da değil, bir an da hepsi uçtu ama birine gidip konmayacak şekilde. Sanki yok oldu.

                Sonra durdum düşündüm. Kim bilir gün içinde bu güzel hadiselerle ne kadar çok karşılaşıyorum ve ne kadar azına teveccüh ediyorum bilmiyorum. Evet, içim huzur dolu, hatta eğer bu yazıyı Nergis okuyorsa eğer hani geçen mutluluk hakkında sohbet etmiştik ya, sohbetten ziyade birkaç kelime konuşmuş sonra uzun uzun susmuştuk. Nergis ben bugün bu duygu ile çok yakındım mutluluğa.

Gökyüzü hep başımın üstündeymiş, çoğu zaman unutsam da, bazen gözlerimi bulutlara dikmem, yağmuru kucaklamam lazımmış. İlla gülmek için garip bahaneler aramamalı, bunun yerine kocaman kocaman tebessümler edebilmek için gözlüklerimdeki karanlığı silmem lazımmış.

Bir süredir güneşe sırtımı dönmüş gibiydim. Sadece gölgem ve ben vardı. Bakamasam da, her gördüğümde hapşırsam da, güneşe dönmek için adım attım bugün.

Teşekkürler koca gönüllü dostum ve onun kadife sesli öğrencisi. J sizi seviyorum.