İzleyiciler

19 Aralık 2018 Çarşamba

Dağıldım Biraz.. Toparlanmalıyım..





Dağınık kafam..

Kafam çok dağınık. Neresinden tutsam toparlayamıyorum gibi. Hangi ara bu kadar ucunu kaçırdım bilmiyorum ama dağınık kafam.

Keşke her şey Yıldız Tilbe şarkıları kadar güzel olsa. Çay da olur. Çay gibi güzeli gerçi zor bulunur. Ama keşke işte Yıldız Tilbe yönetse dünyayı.

İnsanlar birbirlerine selam değil şiir verse. Şiir için bir yaşanmışlık olmalı çünkü. Ama selamlar da samimiyetsizlikler var gibi gibi.

Mesneviden ders alsak gerçekten hepimiz birer birer. Mevlana gibi hoş görsek.

Ama şu dağınık kafam, boğazıma düğümlenen sevdan..

Ne deyim? Nasıl anlatayım bilemeden, yaşıyorum işte yaşıyormuş gibi yaparak..

O değil de, ben bu içimdekileri kime anlatayım diyorum birden. Sen dinlemeyeceksen mesela ne önemi var bütün dünyanın kulak kesilmesinin. Bütün dilleri bilsem ne fayda, bir tanesiyle bile sana bir şey anlatamazken.

Yıldız Tilbe böyle güzel şarkı yazmayı nereden öğrendi?

Sokak lambaları neden hep içime dokunuyor?

Neden dünlerimiz bugünlerimizden daha güzel?

Çay bu kadar güzelken neden yaralarımı kapatamıyor?

Ben seni neden böyle sürekli düşünüyorum? Ve senin niye hiçbir şeyden mütemadiyen haberin yok?

Kafam karışık..

Nefes almak lazım..

Çok nefes..

Daha çok..

Daha çok müzik dinlemeliyim. İçimde seninle deli gibi konuşup duran şu sesi kısana kadar yükseltmeliyim sesini notaların..

Hatta şarkılar bestelemeliyim. Ama seninle bu konuşup duran halime artık bir dur demeliyim.
Nefes alamıyorum..

Daha çok dinlemeli, daha çok susmalı, daha çok nefes almalıyım.

Boğulmamalıyım saatlerin arasında.

Zamanı sayarak geçirmemeliyim.

Kilitlenmeden bir sayfada okumalıyım tüm kitapları..

Ne olur, git..

Sezen Aksu şarkıları gibi..

Gitme dur ne olur.. Gitme kal yalan söyledim..


10 Aralık 2018 Pazartesi

Bir Şiir Yazıyorum Sana..




Bir şiir daha..

Şimdi bir şiir daha yazıyorum sana.

Ve bilmiyorsun sen hiçbirini,

Tıpkı daha öncekiler gibi.

Bir şiir daha yazıyorum sana

Teşbihlerle doldurdum yine içini

Neye benzetirsem benzeteyim benzemezken sana hiçbiri

Geçirince elime kalemi

Yazıveriyorum yine ansızın seni

Sadece seni

Hep seni..

Çok kelimem yok benim. Ama günde milyonlarca kez sadece seninle konuşuyorum. Ben yıllardır sadece içimdekileri sana anlatıyorum. Yalnızca sana..

İnan bu öyle güzel bir duygu ki. Her şeyi yalnızca seninle konuşmak. Duymasan da dinlemesen de görmesen de bilmesen de..

Doğrusu çok bilmiyorum senden başkasıyla nasıl konuşulur.

Annemle otururken koltukta, bir yanımda çayım, elimde elbisem dikiyordum sökük kısımlarını. Şu cümlede en çok önemsediğim yer annemle yan yana oturmak belki de. Ben onun, annemin yanında, dikerken elbisemin söküklerini içimden seninle konuşuyordum.

Dedim bir şey var batıyor içime. Sanki kalbim cammış, kırılmış, şimdi parçaları batıyor içime. Sonra dikerken elbisemin söküklerini, sana dedim ki “keşke kalbimin kırıklarını da dikebilsem”
Sana dedim, annem duymadı, sen de öyle.

Ama ben annemin, hani kendimi Allah’a en yakın hissettiğim yer olan annemin yanında seninle konuşuyordum..

Ne önemi vardı ki başka bütün her şeyin..

Söküğünde elbisemin, kırgınlığında kalbimin, türkülerinde Neşet Ertaş’ın, her ne derse desin şiirinde şairin sen varsın sanki..

Nereye bakarsam, kiminle konuşursam, neye gülersem..

Yahut günaydın derken arkadaşlarıma

Çiçeği sularken ofiste

Annemin özenerek ördüğü oyaların ilmeğinde..

Yıllardır işte..

Hep sen..

Ve ben yine bir şiir yazıyorum sana. Tüm harflerini elimle tek tek severek, bir şiir yazıyorum sana..

Öncekilerden farklı,

Öncekiler gibi..


16 Ekim 2018 Salı

Merhaba Ya Da Benim Tabirimle Meraba :)





Merhaba,

Aslında hiç bana göre bir selamlama değil, TDK kabul etmese de bence Meraba daha şirin.

İçim kıpır kıpır, durup durup yeniden atıyor gibi. Bu duyguyu kaybetmeden yazmalıyım.

Yazmalıyım evet şu an dinlediğim şarkının ya da güneşin sadece tek bir bulut üstüne doğduğunu gördüğümü yazmalıyım.

Peki, yazmak çoğaltır mı?

Mesela yazdıkça artar mı?

Bugün bir hal var üzerimde. Oysa Salı günü nasıl hal bu? Bilmem ama güzel işte..

Bazı heyecanlarla yeni tanıştım. Daha önce bilmediğim duyguları öğrendim. Ömrümün en kötü ve en güzel günlerini neredeyse bu ayda geçirdim.

Kötü günlerinin bir kısmını Eylül’de de geçirmiş olabilirim. Tam emin değilim.

Az önce Zeyneb’e dediğim söz aslında çok doğru “ içim içime sığmıyor, içime sahip çıkamıyorum” bu halin ismini biliyorsam Arap olayım. Ama hissettirdikleri çok güzel.

Belki güzel hikâyeler yazarım artık kim bilir?

Kim bilirse çıksın ortaya.

Yine bir şarkı tuttum kendime. Hoşuma da gitti. Gerçi kederli olsaydı da hoşuma giderdi.

Düşünüyorum. Bugün yeni ne oldu hayatımda?

Hiçbir şey..

Ama uzun zamandır beklediğim bir heyecanı belki soluyorum kim bilir.

Ve bir çay daha içmeliyim. Belki ardından bir tane daha.

Güzel günler olacak. İnşaallah. Amin..

Sahilsedim..

Gerçi şuan çölü de görsem “aa ne güzel deniz” derim. Ama hadi neyse.

Neyse görelim mevlam neyler neylerse güzel eyler. Asaletine sığınarak susuyorum.


(Şimdilik)




12 Ekim 2018 Cuma

Sevgili Günlük..





Sevgili günlük,

Ben daha önce çok yazdım sana. Sonra hep yırttım attım. Yırtıp atınca yaşadıklarım silinmedi. Hep aklımdaydılar..

Aklımdakileri yırtıp atamadım.

Aklımdakilerden çıkamadım.

Aklımdakiler aklımda kaldı. Bazıları ruhuma işlendi, bazıları gönlümde derinleşti bazıları boğazımda düğümlendi.

Her biri zamanla kendine bir edindi. Sonra ben bende fazlalık oldum sevgili günlük. Sonra kendimden taştım, kendimden kaçtım.

Sonra kendimle kayboldum sevgili günlüğüm.

Sahi neredesin? Dışın ne renk oldu senin?

Her zaman siyaha olan tutkum seni siyah kaplı bir defter mi yaptı? En son pembeydin. Ne alaka diyorum ama sayfaları çok güzeldi pembenin.

Yırtıp atmadım, yırtamadım atamadım. Ama unuttum.

Ne ilginç. Yırttıklarımı hala dün gibi hatırlarken, yazdıklarımı unuttum. Bir bir hislerini kaybettiler. Bir bir kaybolup gittiler. Sırra kadem bastılar.

Sonra şair şöyle dedi: “ birçok giden, memnun ki yerinden, çok seneler geçti dönen yok seferinden”
Yazmakla unutmanın bir bağlantısı yok aslında. Şairle de benim günlüklerimin bir alakası yok.

Sevgili günlük,

Sana bir şiir yazmak istiyorum. Öyle bir şiir ki içinde 7 yılı saklasın. Mesela dünü anlatsın. Anlatsın ve o şiir olsun. O şiiri herkes okusun.

Dünü anlatsın. Ben dünde yaşayım. Her şey dün olsun.

Dün ne güzel bir gündü. Rüya gibi..

Dün 11 iydi ayın. Ne güzel bir 11 di.

11 in şiiri olsun sevgili günlük. Yırtıp atmadan ve aklımdan çıkarmadan bir 7 yıllık 11 olsun.

Ben tekrar yazacağım. O zamana kadar saklımda kal..

Hoşça kal

27 Eylül 2018 Perşembe

Mektubumu Yırttım..





En son mektubumu 18 eylül 2016 da saat 23.28 de yırttım.. Hemen ardından bir defterimin arkasına hislerimi anlatan bir paragraf yazdım.

2018 eylülündeyiz.. Hatta bitmek üzere eylül..

Ve ben yine mektup yazmak için oturdum. Ve vazgeçtim..

Ölmüş bir gencin şarkısını dinlerken, hava yine kapalı, boğuk ve karanlık gökyüzü. Bugün mevsimlerin geçmesini çocukken karşıladığım gibi karşılamadığımı fark ettim.

Zaman ilerlediği için mevsimler değişiyormuş. O halde neden insanlar sürekli bir mevsimin arzusunda onun gelişini bekliyor ki?

Öğlen annemi gördüm. Ne kadar güzel dedim içimden. Yanımda durduğu her saniye için kendime değer kattım. Bir kez daha o bana bakarken kıymetlendim.

Ama mektubumu yırttım.

Batıl inançlarım vardır bir miktar. Ya da söylenen bazı şeylere tutunmak hep hoşuma gitmiştir diyelim. Biraz arabesk biraz ironi tutkusu.

Mesela eğer bitmişse yakarmışsın, ama bitmemiş bir şeyler varsa kül olmasına kıyamazmışsın. O an bunu düşünerek yırtmadım mektubumu. Ama yaktıklarımdan biliyorum. Sadece ateş var hatırladığım.
Çok güzel bir ateş..

Tutuşunca kağıt ne kül kalıyor ne duman..

Yok oluyor..

Bitmesi de böyle işte..

Ama yırtınca.. Mesela yırttığın parçaları avuç içinde sımsıkı tutarken..

Mesela o sımsıkı tuttuğun parçalardan biri ama yazarken en çok zorlandığın, en çok canını acıtan kısmı bir anda elinden kayıp düşünce ve gözün o acıya değince..

Olmuyor işte..

Yeniden yaşıyorsun. Yazdıklarını değil yırttıklarını. Parça parça olmayı.

O gün yırttığım mektubu sana yazmıştım. Bugün yine sana yazmak için oturdum. Ama bir paragraf yazıp, sadece senin anlamanı dilediğim bir paragraf yazıp kalktım.

Sonra sildim yazdıklarımı.

Sonra işte..

Oturduğum masa da ölmüş bir gencin yazıp bestelediği bir şarkıyı dinlerken, sana yazma isteği tümüyle içimde kaldı.

Bir gün öleceğim. Sen de öyle. Ve herkes. İçimdekiler hep orada kalacak. İçimdeki halleriyle.

Ama öncesinde mesela 40 yaşıma yahut 49.5 yaşıma geldiğimde yine her şey 21 yaşımdaki haliyle kaldığında..

Biliyorum yine bir kağıt alıp elime mektup yazamayacağım sana..

Sözlerimi bitirirken bu sözlere kulak ver:

“Bahsetme kimselere, yaramızda kalsın..”


25 Eylül 2018 Salı

Öylesine Uyandım..




Bugün öylesine uyandım.

İşe gitmek istemedim. Hatta sabahtan akşama kadar sadece uyuma isteğiyle uyandım. Salı zaten günlerden de..

Oldum olası sevmem Salı’ları. İsminde bile meymenet yok. Bana göre bu böyle tabi.

Bu aralar biraz durgunum. Hatta bu aralar bugünle beraber tam 1 hafta 3 gün diyelim. Bir gün üstüme devrildi tamamıyla. Sonra bir daha kaldıramadım düştüğüm yerden.

Hevesim kalmadı.

Güvenim azaldı.

İnancım zayıfladı.

Gücüm tükenmeye yüz tuttu.

Dipsiz kuyuları özledim. Ya da en derinini işte karanlığın. Özledim ben bunları.

Kaldıramadığım bir gün daha ekledim ömrüme. Kaldıramayacağım bir gün. Ölüm gibi değil yara gibi. İz gibi.

1 hafta 3 gündür kendimde yeni bir yol kendimde yeni bir ben keşfettim. 28 yıllık ömrümde ilk 6 yılı geçtim de ondan sonra işte 22 yılım pat diye üstüme düştü.

İçim boşaltıldı sanki sonra.

Gizli depresyondayım aslında. Gizli diyorum çünkü alenen depresyona girdiğime kimse inanmıyor. Gerçi depresyona da birileri inandırmak için girilmez. Ya da bir şey değil işte..

Ben hayatla dalga geçmeyi iyi bilen biriyim aslında. Yani Zeyneb’in tabiriyle, “ömrün malzeme toplamakla geçiyor Sema”

Beni en iyi Zeyneb tanır, dediği de doğru zaten. Yeteri kadar eğlenceli bulmadığım hayatta hep dalga geçeceğim, neşemi yerine getirecek bir malzemem muhakkak vardır.

Ama bu malzemeler asla insanların duyguları olmaz. Olmamıştır da.

Bu yüzden olsa gerek 1 hafta 3 gün önce tepe taklak oldum. Yere düşen yaprağa basamazken, ömrümde, 28 yıllık ömrümde 1 hafta 3 gün önce üstüme bastı yıllar.

Daha önce de çok düştüm. Çok yıkıldım. Zayıflıklarımı bu sabah gizlemekten vazgeçtim. “Güçlü olmak zorunda değilsin” dedim hatta kendime. “Bırak boş ver en dibe çöreklen.”

Hava çok kötü burada, en sevmediğim hava tipi. Ne kış ne yaz ne bahar ne son bahar. İnek gibi.

Ve ben..

En sevdiğim şehirde, içim bomboş, içim kupkuru, hissiz, duygusuz, gri bir İstanbul gününde ben..

Gün erken bitecek artık..

5 ay sonra belki yeniden yeşerecek yapraklar..

İşte bir sonbaharda Eylül’ün sonlarında.. Ben en sevdiğim İstanbul’da..

1 hafta 3 gün önce yıkılan 22 yılın izleriyle ben, öylesine uyandım bu sabaha..


6 Eylül 2018 Perşembe

Ben Bir Mazoşistim Belki De..


Acı çekmeyi sevdiğim zamanlar biliyorum. Çünkü acının beni ben yaptığına inanıyordum. İlk acımı dün gibi hatırlamıyorum. Hangisinin ilk olduğunu da bilmiyorum..

Ne zaman bir şeyler yolunda gitse içimi derin bir huzursuzluk kaplar. Bu inanca nereden kapıldım bilmiyorum. Ama zifiri gecelerin sabahına duyduğum ümit gibi güneşli günlerin de bir geceye dönüşeceğine dair bir inanca sahibim.

Nereden geldi bu inanç bana ya da kim öğretti bilmiyorum. Ama sahibim işte.

İnsan bu korkuyla yaşadıkça, aslında insan sadece korkuyla yaşadıkça o korkunun esiri oluyor. Aşamıyor. Aşamadım. Bu yüzden acıyı acı çekmeyi sevdim.

Derdi olmayan insan olur mu? Ben hep inandım derde ama dert ve acı aynı şey değildi. Acıyı seviyor olmam bir tık belki biraz daha üstünde mazoşistlik olabilir.

Ya da korkudur bilmiyorum.

Dert bence Hak’tır. İnsanı hakikate ulaştıran, yandıkça aydınlatan bir ışıktır. Ama acı öyle değil. Acı insanı insana gömüyor.

Biliyorum.

Çok gömüldüm.

Kendimden başka yas tutanım da yoktu.

Kimse bilmiyordu çünkü.

Ben çok gömdüm kendimi kendimde.

Her güzel şeyin peşi sıra derin acılara gark oldum. Belki ben çağırdım acıyı bilmiyorum. Ama oldum biliyorum.

Kötü müyüm? Hayır. Melankoliyi oldum olası sevmemişimdir. Karamsarlık hiç tarzım değil. Acıyı içimde, sinemde kendimle çekmeyi yeğlerim.

Acının gösterişi olmaz ayrıca. Bağıra bağıra acı mı çekilir Allah aşkına..

Şimdi bir telefon geldi. Uzun bir konuşma olacağı şimdiden belli unutmadan sözlerimi bitireyim.

Güzel şeyler de oluyor hayatta. Mesela yolda gördüm geçen. İki kişiden biri diğerine gülümseyerek “günaydın” dedi, diğeri de aynı samimiyetle “sana da günaydın” dedi. O samimiyeti gördükten sonra yol boyu başımı kaldırmadım.

İçimi bu samimiyetin sıcaklığına bıraktım. Ve bütün gün sırf o iki insanın birbirlerinin “günaydın”ları oldukları için bütün insanlığa olan ümidimi kesmedim.

Sadece bu kadar da değil. Acı hala ve her zaman çekiyorum doğru. Ama güzel şeyler de oluyor hayatta.

Ve şu da bir gerçek, o gün onları görmemi sağlayacak kadar güzel bir gece geçirdim. Bana güzel bir “iyi geceler” olandı belki de başkalarının “günaydın”larında bulduğum samimiyet bilmiyorum.

Her halimize şükürler olsun. Dostlara selam ederken küçüklerin gözlerinden büyüklerin ellerinden öperim..

2018- İstanbul

7 Ağustos 2018 Salı

öff






Yazmadan önce bir kadını düşünmüştüm, sonra bir çocuk geldi aklıma. Ardından tüm insanlık.

Bir insandan ağlamaması istenmemeli. Gözyaşı pek kıymetlidir doğru.

Doğru olur olmadık her şey için ağlanmaz..

Ama bir damla göze düştüyse bırakın aksın.

Bu zayıflık değil, bu ürkmek değil, insan bazen tüm söylemek istediklerini, tüm öfkesini, tüm acılarını o bir damlaya sıkıştırabiliyor.

Bütün duyguları kendinde barındırma kabiliyetine sahip olabilen insan, o bir damladan hepsinden kurtulmak istercesine kendinden aksın istiyor.

Bu kaçış değil asla, kolay kolay göze gelmez damla çünkü. Ağlayamayan insan duygusuz, ağlamayan insan ise güçsüzdür nazarımda.

Benim nazarımın sadece benim yanımda bir ehemmiyeti var. Benden başkasını zerre ilgilendirmez. Sözlerimin de kendimden başka herhangi bir muhatabı yok. Yani yerli yersiz kimse üstüne alınmasın.
 
“Ağlama” demeyin kimseye, size ne bir kere, isteyen ağlasın isteyen şiir yazsın kime ne?

Herkes her şeye burnunu sokmak, üzerine vazife olmayan hususlar hakkında görüş bildirmek zorunda değil ki.

Ama yok!

Olur mu?

Lütfen!

Hatırım kalır.

Zerrece merak etmediğimiz ve önemsemediğimiz o değerli görüşlerinizi (!) olur olmadık yerde bizlere aktarmasanız eksik kalırız. Çünkü tek ihtiyacımız bu (!)

Neye kızdığımı biliyorum. Yeni bir kızgınlık değil bu, farkındayım.

Bu bloğu açmamdaki sebepte bu değil miydi zaten: “itiraflarım”

Dağınık bir şeyler oldu evet. Ama zaten kimseye bir şey öğretme niyetim yok. Bazen zaten bloğumu karakteri fazla twitter gibi kullanıyormuşum gibi geliyor.

Ben çok zor ağlıyorum..

Herkesin yanında ağlayamam mesela. Zeyneb çok iyi bilir. Çünkü bir tek onun yanında hıçkıra hıçkıra ağladığımı bilirim.

Bana “ağlama” demeyin, size ne. Kime ne?

Not: noktalama işaretlerini eksikleriyle birlikte tam anlamlarıyla kullandım bu yazıda.


27 Temmuz 2018 Cuma

Beni bu havalar mahvetti..






Konuşmalı insan..

Bolca konuşmalı..

Susunca halledemiyor çünkü kendimden biliyorum. İçim hapishane gibi, 5-10 yıllık yahut müebbet almış mahkûm sözlerle dolu. Sadece sözler de değil. Öyle çok anlatasım var ki..

Ne kadar anlatmak istiyorsam o kadar susuyorum. Marifet mi bilmiyorum. Erdemli bir susma var doğru ama bu bendeki öyle bir susuş değil.

İçim acıyor mesela..

Bugün gelirken işe yeni bir şey fark ettim. İnsan aynı okulda, aynı sınıfta hatta aynı evde farklı anılar biriktirebiliyor. Yolda ortaokul günlerimi düşünüyordum. Bir anıya başka bir arkadaşımın farklı bir yaklaşım getireceğini düşündüm. Aynı sınıfta farklı anıları biriktiriyorduk kendimize.

Ama ortaokulda kırılmıyordum. Bu kırgınlık büyüdükçe peyda oldu. Çocukluğun masumluğu mu insanın böyle yükler altına girmesine izin vermiyor? Yoksa çocukken yeterince ince düşünemiyor muyuz bilmiyorum?

Kahrolasıca kırgınlıkların neden olduğunu, iyi mi kötü mü olduğunu bilmiyorum işte..

Yol boyunca dertleştiğim ne varsa koparmışlar bugün onu fark ettim.

Dışarıda berbat bir hava.

Ve sürekli ama sürekli uyuma isteği..

Uykum olmasa da uyuma isteği. Yalan söylememek için değil ama konuşmamak için insanlardan kaçma arzusu.

Bıktım bencil insanlardan. Hiç sevmiyorum.

Konuşmayı deliler gibi istiyorum evet. Ama istemiyorum tek kelime etmek. Beni bu hale getirenlere de ne deyim bilmiyorum.

İnsan yaş aldıkça, kazanıyor ve kaybediyor. Geçenlerde güvenimin azaldığını fark ettim. Bir yandan da sevmiyorum artık eskisi kadar çok.

Ben kaybedenlerdenim galiba.

Temmuz ayının sonunda bu ne gök gürlemesi akıl sır erer gibi değil. Az önce camdan şemsiyesi rüzgârdan ters dönmüş bir kızın şemsiyeyi düzeltme çabası, düzeltip yağmur yağdığı halde muhtemelen tekrar ters döner korkusuyla kapatmasını izlerken kıyametin koptuğunu düşündüm.

Geçmedi kırgınlıklarım..

Kıyametle de geçmedi..

Beni bu havalar mahvetti..

27 Nisan 2018 Cuma

Bloğum Geldi..





İşe gitmek için yola çıktım sabah. Yakın bir mesafede oturuyorum bu yüzden yürüyerek gidiyorum. Yürürken genelde huyumdur, gökyüzüne yeryüzüne, bakarken bir şeyleri düşünmek. Bazen derin hayallere dalarken kendimi kapıda buluveririm.

Neyse işte yürürken fark ettim ki yine konuşuyorum çiçekle böcekle. Selam veriyorum güvercine, kargaya havaları soruyorum falan. Sonra şey dedim “Bloğum geldi benim”.

Kendi kendine herkes konuşur, bilmiyorum herkes soru sorup cevaplar veriyor mu ama ben gayet sohbet ediyorum.

Bazen muhabbet o kadar uzuyor ki, gecelerce sürüyor. Evet, sadece gecelerce. Aslında gündüz de olur ama insanlar nedense garip bakıyorlar bu duruma. Gündüzleri sadece konuşuyorum muhabbet etmiyoruz.  

Zeyneb de beni uyardı “insanlar için normal değil böyle şeyler, senin için endişeleniyorlar” diye. Sonra fark ettim ki evet, Zeyneb haklı. Kimsenin endişe yükünü taşımak istemediğim için sadece kendimleyken konuşuyorum.

Sabah ne konuşuyordum hatırlamıyorum ama yol kenarlarında papatyalar vardı. Görünce mutlu oldum.

Dedim “ah be papatya insanların hırsları, meraklarına kurban gideceksiniz”

O da cevap verdi

“evet, ama buna rağmen umudumuzu kaybetmiyoruz. Bir insan bizimle seviyor sevmiyor yapıyor diye açmaktan vazgeçmiyoruz”

Sonra sohbet devam etti:

“üzülüyor musunuz yapraklarınız koparıldığında”

O:

“canımız acıyor, sevgiyi doğru anlamayanlar bunu hep yaparlar. Can yakarlar, güzelliklerin tadını çıkarmayı bir kenara bırakıp onları yok etmeye çalışırlar.”

Ben:

“ peki, doğru anlayanlar da var mı?”

O:

“tabii ki, nadiren de olsa karşımıza çıkıyor. Bizim önümüzde eğiliyor, bizi yaratana şükürler ediyor, bize şiirler okuyorlar”

Ben:

“yapraklarını koparmaları kötü mü? Ben bazen bazı şeylere tahammül edemiyorum. Yoruluyorum, sabrım kalmıyor mesela.”

O:

“bence bizim asıl derdimiz bu. Biz de insanları seviyoruz. Hatta biz de değil, biz direkt olarak insanları seviyoruz. Seven için feda olmak çok zor olmasa gerek. Sen bilirsin.” Bunu söylerken hafiften güldüğü gözümden kaçmamıştı tabii ki. Ama hiçbir zaman seviyor, sevmiyor diye kendi sevgime bir papatyayı kurban etmemiştim.

Ben:

“güzel bir noktaya değindin, ama şimdi işe gitmem gerekiyor. Döndüğümde burada olursanız görüşürüz.” Dedim ve sohbetin başından sonuna kadar yanımızda olan güvercine selam verip uzaklaştırdım.

Güvercinleri de anlamıyorum. Neyse başka zaman anlatırım onları. İşte bütün bunlar olurken dedim benim “bloğum geldi”. Böyle bir cümle yapısı yok “çaysamak” gibi. Ama konuşasım geldi desem doğru olmuyor. Susmak desem o da değil, yazmak desem alakası yok.

Tabii papatyaya varana kadar geçen yaz Üsküdar da ki garip karşılaşma aklıma geldi. İlginç bir gündü. Neyse onu da kendime saklayayım, bir gün kafam bozulursa yazarım.

Şimdilik bu kadar.


5 Mart 2018 Pazartesi

Söylemek İstediklerim..



Söylemek istediklerim var hiçbir zaman söylemeyeceklerim. İçimde yer edinen, içimde yaraya dönüşen ama hiçbir zaman kelimelere dönüşmeyecek.

Anlatmak istiyorum bazen mesela. Kırgınlıklarımdan söz etmek istiyorum, bazen sevinçlerimi, mutluluklarımı kelimelere dökmek istiyorum. Bir kulağın duymasını bir gönlün dinlemesini.

“Boş ver” diyorum sonra hepsine. Sonra hepsini, bütün içimdekileri bir “boş ver” e sıkıştırıyorum sessizce.

Yaralar var içimde, ne açanın haberi var bu yaralardan ne yaranın. Varlar sessiz sakin kendi hallerinde. Yüksek ihtimalle kalbim ya da ciğerlerim gibi kendilerini benim vücuduma ait bir organ yahut bir parça zannediyorlar. Bu yüzden düşürmüyorlar kabuklarını.

Biliyorum, söylemek istediğim her şey ama her şey hep içimde kalacaklar. Onları dile getirmeyeceğim hiçbir zaman biliyorum. O kabuklar düşmeyecekler. Yaralar yara olduğunu değil bana ait olduğunu düşünecekler.

Ben hepsine “boş ver” diyeceğim. Her zaman yaptığım gibi, susup gülümseyeceğim.

Müzik dinleyecek, bazen ağlayacağım, bazen yazacak bazen çizeceğim. Ama hiçbir zaman dile getirmeyeceğim...


9 Şubat 2018 Cuma

Bir Konuşma Yapacak Olsam..



Bir konuşma yapacak olsam, herkesin beni dinlemesini istemem. Sadece dinleyen 2 ya da 3 kişi olsun ama onlar da sözlerimin gerçek anlamda ne anlatmak istediğini anlasın isterim.
Konuşma yapmayı sevmem.

Bu aralar kendi zihnimde bir yazı tasarlıyorum. Taslağım hazır. Blog için değil, hedefim büyük. Dergiye yazacağım.
Az önce bir söz gördüm. Hiç üzerime alınmadım. Aslında içimde ince bir korku var biliyorum. Yüzleşmek istemiyorum ama derinlerde bir yerde var biliyorum.
Normalde beğendiğim sözleri bir kağıda yazarım, yahut bir defterim var onun içine yazarım. Kağıtları da masamda bir kutu var yazıp içine atıyorum. Bazı günler içinden bir tanesini seçiyorum. Bazen haftalarca içine bakmıyorum. İşte o sözü de yazayım dedim. Ama içimden “benimle ne alakası var canım” dedim.
Sonra tekrar döndüm sözü yazdım, “benimle alakası yok, ama tam olarak o söze uygun bir durumda olan bir arkadaşım var” dedim. Aslında bu o sözü yazmak için bir bahaneydi..
Bugün sabahtan beri okuduğum sözlerin bazılarından kaçtım. Şuan saat 12:23 olabilir ama ben sabah 7: küsür de uyandım. Berbat bir rüya gördüm. Kendimi rüyadan attım hatta gerçekten çok çirkindi.
Uzun zamandan sonra ilk defa korktum hatta..
Sözlere gelince..
Söz içinde acı barındırıyordu, hatta okuduğum sözlerin hepsi acı olduğu için hiçbirine dokunmak istemedim.
Acı çekmek, acıyı düşünmek, acıyı çağırmak istemiyorum. Kendime yakıştıramadığımdan mı yoksa zayıf olduğumu hissetmemden mi bilmiyorum.
Ama acı istemiyorum bunu biliyorum. Hatta bu kaçışlarımın sebebi de bu belki bilmiyorum. Bir tek kendim için değil, kimse için istemiyorum.
Bazen insanlar görüyorum, çevremde tanıdığım yahut çevrede tanımadığım insanlar. Acıyı onlar için de istemiyorum.
Bana kötülük edenler için dahi istemiyorum. Çünkü kimsenin bir kötülükle kötü olabileceğine inanmıyorum.
Zalimler ayrı, onların acısı da beni ilgilendirmiyor. Allah zaten biliyor diyorum.
Nereden başladık nereye geldik. Bu da kendimce bir savunma sanırım.
Bir konuşma yapacak olsam bunları anlatırım. Ve canım yine çekirdek istedi. En iyisi susup gidip biraz çekirdek çitlemek..

Mutlu hafta sonları..



26 Ocak 2018 Cuma

Kimse Üstüne Alınmasın



Anlamsız bir sinir var üzerimde. İçimde birikmiş cümleler. Bana sıkıntı oluyor bu sinir biliyorum. Yazmak için bir sebep aramıyorum aslında, ama bazen çok sinirliyken bir şiir yazdığım oluyor ne edeyim?
Neyse konumuz bu değil ve aslında sinirim de sebepsiz değil. Kimse benim gibi düşünmek zorunda da değil biliyorum. Çünkü ben de kimsenin düşüncesini kendi düşüncem diye sırf biri söyledi diye kabul etmiyorum.
İşte sinirlendiğim noktalardan biri bu; herkes her şeyi kendine göre algılayıp kendine göre yorumluyor. Örneğin; yazdığım her şeyi kendi üzerine alınan bazı insanlar var. Onlara “Yahu mübarek aklından mı gönlünden mi zorun var? Kendini çok önemseme” diyesim geliyor. Sonra da “Boş ver Sema, üç günlük dünya için kimsenin kalbini kırmaya değmez” diyorum.
Sonra şey var, dünyanın kendi etrafında döndüğünü sananlar. Onlar da kendilerini çok önemseyenlerden. Onlar da sinirlerimi bozuyor.
Sürekli hasta olan bir gurup insan var, insanın enerjisini sömürüyorlar.
Sonra aşık olup kendini sosyal hayatından soyutlayanlar, onları zaten Allah bildiği gibi yapsın.
7 gün 24 saat sevdikleri insanları anlatanlara da sinir oluyorum. Bunlar bence dünyanın kendi etrafında döndüklerini düşünenlere çok yakın ama ince bir çizgiyle ayrılanlardanlar.
Bir yıl boyunca aramayıp, işi düştüğünde aradığında otomatik vefalı olanlar var. Onlar da sinirimi bozuyorlar. İçimden “ arkadaşım işin düştüğü için vefalı olmuyorsun” demek geçiyor ama yine dünyanın 3 günlük olması durumu beni susturuyor.
Sonra melankolik insanlar da sinir bozucu. Öyle bir melankoli ki, onları gördüğüm yerde kendimi ıssız bir adaya atasım geliyor.
Sonra bir takım belalara sürekli olarak duçar olanlar var. Onlar belayı kendi ağızıyla çağırıp sonra bunalıma giriyorlar. Sonra da “vay efendim ben niye öldüm?” Ölürsün tabi, negatif. Bu gurupta dünyanın kendi etrafında döndüğünü zannedenlerle aynı saftalar.
Birikiyor arkadaşım, hepsi insanın içinde birikiyor. Sonra hoş sohbet güzel gönüllü bir dost çıkıyor diyor “Sema, dünya için değmez, sözünü yumuşat, boş ver” ve söylemek istediğin her şey bir bir diziliyor sonra boğazına.
İşin yoksa git kum torbası döv.
2 yıl önce kim bana bir gün kickboks yapacaksın deseydi, saçmalama derdim. Ama şimdi resmen içimdeki tüm siniri orada şekli belli olmayan kırmızı siyah kum torbasını döverken atıyorum.
Niye çünkü sinirleniyorum. Gıcık oluyorum. Uyuz oluyorum.
Hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz ama farklı dünyaların insanlarıyız. Buna kesinlikle inanıyorum. Herkesin sıkıntısı, derdi, acısı, aşkı olabilir. Herkesin her şeyi olabilir. Ama bu şahsa aittir. Canım Allah’ım ne güzel öğretiyor. Herkesin amelini iyi ya da kötü kendi defterine yazsın diye melek görevlendiriyor. Yani her koyun kendi bacağından asılıyor.
Ama biz insanlar her zaman olduğu gibi burada da düzen bozangillerdeniz. “Ben yanıyorsam sen de yan” mantığı var bizde. Biraz hatta çokça bencilce.
İçim gerçekten cümle yığınlarıyla dolu. Konuyu çok iyi biliyorum. Ama anlatamıyorum. Bu kelimelerin yetersizliğinden değil, benim bütün hepsini söyleme arzumdan.
Şimdilik bu kadar.
Bu da kamu spotu: Allah rızası için kişisel temizliğinize özen gösterin. Makyaj yapmak ile bakımlı olmak arasındaki farkı öğrenin.
Beni dinlediğin için teşekkürler sevgili Blogum.
Hoşça kal.