İzleyiciler

26 Aralık 2016 Pazartesi

Götürün Beni...



Götürün beni buralardan...
Nefret,
Kin kokan insanların arasından... Kaygısızca sıyırıp götürün, Hislerimi bu çöplükte bırakacağım! Yeni bir gelin gibi, Bambaşka bir kapıya götürün beni... Uzaklara,
Ama çok uzaklara...
İnsanların etime taktığı kancalardan kurtarın beni!
Serzenişime ses ver Ey Nazlı!
Rabb'imin yolu olan, Bana merhem olacak olan, O yola sessizce götürün beni...
Töhmet tokadı vuranların harbinden uzaklaştırın...
Tek bir gönülle, Yüzüme sürülen tebessümden, Tırnaklarıyla sırtıma yara açanlardan, Kaygısızca sıyırıp götürün beni...

Ve Sen... Ama Sen... Ama ellerine verdiğim buketleri alıp, Gömeceğim bir mezarlığa götürün beni..

24 Aralık 2016 Cumartesi

Belki de Küstü Bize

Biz diyorum kendime, ne kadar çoğul olabilirsem o kadarım oysaki. Kendime ihtiram mı gösteriyorum, yoksa kendimi o bizin içinde mi gizliyorum bilmiyorum. 

Aslında gizlenmek istediğim bir liman vardı. Kıyısına çekilmek ve gökyüzünü izlemek istediğim bir limandı. Yeşildi, huzurlu ve sakin. Ama öyle uzaklara düştü ki o liman şimdi nereden bakarsam bakayım yeşiller griye çalıyor. Huzur kendini denize vurmuş gibi, sakinlik te denizde boğulmuş gibi.

Bana ait bir şeyler vardı o kıyılarda, bilmiyorum nerde, neresinde ama oradaydı işte. Kendimi koyuvermiştim o sessizlikte. Sessizlik derin, derinlik öyle boğan değil sanki yücelişin sırlarını saklıyor gibiydi.

Ben ve ben’liğin olmadığı bir yerde nasıl kaybolmuyordum bilmiyorum. Belki de kıyılar küsmüştür bana ve örtmüştür çehresini…

Bilmiyorum…





18 Aralık 2016 Pazar

Bir Başka Hikaye...



Hepimiz bir hikâyenin ana karakteri yahut bir filmin başrol oyuncusu değil miyiz? Gün içerisinde karşılaştığımız yüzlerce insanın kendi içinde bir hikâyesi yok mu sanki? Var elbette.

O da onlardan biri işte. Gün içerisinde karşılaştığımız yüzlerce insandan biri. Kendi halinde, kendi derdinde ve kendi dermanında biri işte.

Aslında insanların yücelik ve aşağılık halleri genel kriter ve ahlaki özellikler çerçevesinden çıkıp bakıldığında bizim bakışlarımızın ne kadar yüce ve aşağılık olmasıyla alakalı biraz. Küçüklüğümden beri bir insanın bir şeyi isterse seveceğine inanmış ve bunun deneylerini kendi üzerimde uygulamışımdır. Sevmediğim her hangi bir şeyi telkin ve ikna ederek kendimi, kabul görmüş ve kendime kanmışımdır.

Bir şeyi yüceltmek ve onu küçük görmekte yine bence tabi aynı kaynaktan besleniyor. Yani kendimizle, bakışımızdaki maharetle alakalı diyelim.

Konudan çok uzaklaşmadan, bence izlenmesi gereken ama bir başkasının belki teveccüh etmeyeceği bir üçüncü tekil şahıstan bahsetmek istiyorum.

“O”

Çıkış zili yaklaşıyordu, içinde bir huzursuzluk, kalbinin üstünde bir sıkıntı, boğazında bir düğüm belki ilk defa o zilin çalmasını istemiyordu. Saatlerce okulda olmak onu fiziksel olarak yorsa da eve gittiğindeki yalnızlık fikri saatler ilerledikçe iyice sarmıştı. Peki, şimdi ne olacaktı? Ne olmalıydı?

Bir insanı en fazla ne üzebilir ki diye düşünüyorum. İhanet? Yalan? Dedikodu? Ama galiba bunların ya da daha fazlasının insanı en çok üzeni, bütün bunları sevdiği birinin yapması oluyor.

O’nu üzen dedikodu, yalan vs türünde bir şey değildi. O en çok yalnız kalmışlığına inciniyordu. Sevdiği tarafından yalnız bırakılmaktan daha acı ne olabilirdi? Bir kale düşünün, dışında ne kadar yorulursanız, neyle karşılaşırsanız karşılaşın, o kalenin sınırlarından girdiğiniz an huzur bulursunuz. Dışarıda bir ejderha da olabilir ağzından alevler çıkan, bir düşman da olabilir elinde zehirli ok, dilinde zehirli sözler olan. Ama o kale var ya, o kaleye varma ümidi. İşte o insanı ayakta tutar.

Kıyılarına sığındığın liman da böyledir. Hepsinin ana teması, senin mahremin olması ve orda huzurunun, mutluluğunun, hayallerinin olmasıdır.

O da öyleydi. Bu kaleye sığınmaya çalışıyordu. Ama zalim mi yok dünyada? Onun kalesini elinden almaya çalışıyorlardı. Limanlarını ateşler salıyorlardı.

Bundan daha acısı ise, kalesi O’nu yalnız bırakıyordu.

Neyle savaşmak zor? Kimle mücadele etmek daha kolay? Savaş, mücadele isimleri dahi yoruyor beni. Üşendiğimden belki de bilmiyorum ama tahammülüm yok hele ki birinin algısında herhangi bir değişiklik, farkındalık uyandırmak benim için çok sıkıntılı.

Eve vardı. Duvarlar üstüne geliyordu, yalnızlık iyice sinmişti. Hadi gündüzler bir şekilde geçer, ama normalde buz gibi olan duvarlar geceleri ateşten kütlelerle üstüne düşüyordu. Can yangını başka bir mesele. Aşk değil bu daha ayrı. Adamın biri mesela, bilmiş nasıl oluyor bu vakitler demiş: “gece her şeyin iki katıdır”

İkiye katlayarak, çifter çifter geliyor gece olunca gelenler. Bu bir hikâye, ama maalesef hayal ürünü olan bir hikâye değil. Evet, o zil çaldı ve O eve vardı.

Şu saatlerde yine aynı şeylerle mücadele ediyor. Peki diyorum, Allah’ım Sen bize burada ne öğretmek istiyorsun?



15 Aralık 2016 Perşembe

Çünkü Biz Kardeşiz :)



Bu yazıyı yazma fikri dahi bana huzur verdi. Kardeşlerimi düşünürken yüzümde tebessümler açıyor. Biz farklı anne ve babalardan doğan öz kardeşleriz. Sanki Allah bizim için bir ruh yaratmış ve hepimiz arasında o ruhu pay etmiş gibi J

Dostluk yeterli gelmiyor kardeşlerimi anlatmaya. Bu bir itiraf mı bilmiyorum. Ama bazen kendi kendime konuşurken ansızın mesela aklıma Fatıma geliyor, onun naif sesi kulağıma geliyor. Sonra başlıyorum onunla kendi kendime sohbet etmeye. Yahut Betül’ün koluma girdiği an geliyor. Konuşmadan sadece o an birbirimizi ne kadar sevdiğimizi, anlaşmak için sadece sözlerin kullanılmadığını hissedip mutlu oluyorum.

Zeyneb’in gülüşü, Merve’nin bir anda çok doğal olan tatlı halleri, Boncuk Zeyneb’in nasıl tepki göstereceğinin kestirilememesi yahut Nergis’in adımı söylerken anlatmak istediği her şeyi tek çırpıda gönlüme koyması.

Ne ilginç, kardeşlerimin sadece ismimi söylerken ne düşündükleri içime siniveriyor. Diyorum evet şuan Nergis kesin bunu düşünüyor.

Bir tık onlardan bahsetmek istiyorum aslında. Çok değil minnacık sadece J

Fatıma’dan başlayalım, ömrümde tanıdığım en kibar ve naif ruhlu insanlardan biri. Duygusal kendi içinde, çok ketum. Hatta o kadar ketum ki, bazen kendiyle dahi konuşmadığını düşünüyorum. Gözyaşları sır gibi. Kimse gördü mü bilmiyorum, buna şahit olmak bir mucizeyi izlemek gibi olsa gerek. Gönlü geniş. Merhametli. Ondan bahsederken kulağımda hep şu sesi çınlıyor “canımsın” J

Zeyneb’le devam edelim. Akıllı, ne istediğini bilen, kimseye hiçbir şartta içini dökmeyen. Çoğu zaman yastığına sığınıp uyumayı, konuşmaya tercih eden, ketum ama samimi, ama sıcacık bakan ama insanın içini kilometrelerce öteden dahi ısıtan badem gözlü kardeşim. Zeyneb öyle içli ki, onun acı çektiğini düşünmek dahi insanın içini sızlatabiliyor. Bazen içimde onun kalbinin attığını hissediyorum. J

Betül… Dışarıdan bakıldığında belki en çok mantığıyla hareket ediyor gibi görünen kardeşim. Ama Betül’ü hissedebilmek başka bir haz. Başka bir tat. Çünkü onun o boncuk gözlerine bakınca bende sadece onu izleme hissi doğuyor. Keşke hep Betül konuşsa ben dinlesem. Bazen çok uzun bakıp kıza rahatsızlık vereceğim diye korkuyorum mesela. J İnsanın içi daralır bir anda ne yapacağını bilemez, yalnız kalmak ister, yahut kendiyle yüzleşmek ister. Bir kıyıya çekilip denizi izlemek. İşte Betül böyle. Kıyısında dinlenilmek istenilen o engin deniz. Duru ve yalın. Yormadan…

Merve J Adı dahi dişlerimin hepsini ortaya çıkarıyor. Küçük kardeşim, afacan biraz, biraz da heyecanlı. Merve’yi anlatacak doğru kelimeyi bulmak zor, biraz çatlak, biraz sıyırık, ama çok tatlı, çok samimi. Herhangi birinde yaptığı takdirde insana acayip gelen ya da normal gelen bir şeyi nasıl oluyor da Merve öyle tatlı bir hale getiriyor bilmiyorum. Ona takılmak, onunla uğraşmak gerçekten çok heyecanlı ve gerçekten Merve’nin varlığı bu dünyadaki kötülükler içerisinde temiz kalmış bir yerin varlığı gibi.

Boncuk Zeyneb J Şimdi iki kardeşim var ikisi de Zeyneb olunca birine bir şeyler eklemek gerekiyor. Zeyneb’e yıllardır boncuğum dediğim için kızın adı Boncuk olarak kaldı. Yiğenlerim dahi ona Boncuk teyze diyorlar. Yani Boncuk ismini yapıştırdık kıza. O daha çok kendi içinde yaşayan, dış dünyaya daha kapalı ama içinde inanılmaz eğlenceli olan garip biri. Yıllardır birlikteyiz, neredeyse birlikte büyüdük ama bazı noktaları hala kör. Gerçi herkes için bu böyle, herkesin bir kör noktası var. Boncuktaki de böyle işte. Keskin çizgileri olan, ketum, merhametli, vefalı…

Ve Nergis J Bu isim ondan başkasında bu kadar tecelli edemez biliyorum. Nergis her şeyiyle narin bir çiçek. İsmi o kadar sirayet etmiş ki ona, bazen Nergis’i sulayasım geliyor. O kadar içli ki ve o kadar güçlü ki, bütün çiçeklerden birer nebze onda görmek mümkün gibi. Ama güldeki dikeni görmedim Nergis’te, varsa da kendine batıyordur o diken. Başkasına zarar verebilecek hiçbir şey yok o kızda. İçli, zeki dupduru, apaydınlık, huzur gibi bir şey Nergis.

Aslında hepsi kendine has bir yere sahipler. Gerçekten buradaki birkaç satır onları anlatmaya yetebilecek kadar güçlü değiller. Onları seviyorum demek te yetmiyor içimde. Sanki içimi açsam yine yerlerini göstermeye yetmeyecek gibi geliyor işte. Kardeşlerime aşık mıyım bilmiyorum, ama Aşk gibi güçlü, Aşk gibi tıpkı. İyi ki varlarım, iyi ki lerimin hepsi.


Kötülüklerin, zulümlerin, ayrılıkların, acı ve ıstırabın bir de yetmiyormuş gibi dünyanın bütün yükünün arasında,  onların varlığı cennetin bir kapısının yüzüme açılması gibi. Yükümü hafifleten, ağrılarımı dindiren yanlarım. Allah’ı zikreden yanlarım, kaybolduğumda bulunmuşluklarım, düştüğümde kalkmışlarım, yaralarımla merhemlerim. Ve daha bir sürü şey….

14 Aralık 2016 Çarşamba

Bilmiyorum...



                Ne yazacağımı, nasıl başlayacağımı bilmiyorum. 1 saatte sadece 3 bardak çay içebildim ve bugün toplamda içtiğim çay sayısı da bu 3 bardak. Bunu neden dert ediyorum bilmiyorum ama inşallah soğutmadan bu bardağı içerim ve kimse kesmeden bu yazıyı bitiririm.

                Amacım yazı yazmak değil, içimi dökmek itiraf sayfama bir yenisini daha eklemek ve içimde beni esir eden cümlelerden kurtulmak. Böyle dediğime bakma, içimdekileri dile hiç düşürmedim ki şimdi itiraf edeyim.

                Ama bir gün, belki keyfim yerinde olduğunda…

Olamaz mı? Olabilir elbette.  Ama şimdi değil.

Her şey üstünüze geldiğinde vazgeçmeyin diyor Mevlana, peki vazgeçmemenin zıddı ne? Direnmek mi? Durmak mı? Sabretmek mi? Ne?

Peki, hiçbir şeyden vazgeçmezsek, bu sefer birikmez mi? Ya artık fazla geliyorsa? Ya artık fazla geliyorsak?

Büyümeyi oldum olası sevmedim. Doğum günleri de hiç cazip gelmemiştir mesela. Biliyordum işte. Büyümek dedikleri şey insanı yavaş yavaş öldüren bir tür zehirden başka bir şey değil. Üstelik bu zehrin her damlasını hissedebiliyorsunuz. Ne korkunç.

 Zamanla yahut yaşlanmakla kavgam yok. Benim derdim büyümekle. İstemiyorken büyümeyi tutup beni bu kocaman dünyaya bırakmalarıyla problemlerim var. Sıkıntı büyük yani.

Ne olurdu şimdi çocuk olsaydım? Bu yazıyı yazmak yerine hayaller kursaydım. Ne olurdu, çocukluğuma geri dönebilseydim, ablamla kardeşimin aşağıda benim inmemi bekledikleri ağaçta bulutlara değme umudu taşısaydım. Şimdi nereye dokunursam dokunayım, farklı bir sızı. Her şeyin farklı bir anlamı var. Renkler dahi manalar taşıyormuş ne kötü.

Sarı ayrılıkmış ya da hastalıkmış, mor başka bişeymiş, mavi huzur veriyormuş, yeşil rahatlatıyormuş ama siyah iç karartıyormuş, falanmış filanmış. Şimdiye kadar tek bir kelime dahi konuşmamış siyah kimseyle ama neden ona öyle bir anlam yüklenmiş peki? Bu haksızlığı bu büyüklerden başkası yapamaz. Evet, evet kesin onların işidir. Siz hiçbir çocuğun sarı görünce bu hastalık ve ayrılık dediğini görüp o renkten vazgeçtiğini gördünüz mü? Ben görmedim.

İşte tam şuan renklerin, hayallerin ne bileyim birçok şey var işte onlar için ağlamaya yeltendiğim bir vakitte kocaman adamın biri tutup bir şiir yazmış.  Demiş ki; “ağlamak için gözlerden yaş mı akmalı, dudaklar gülerken insan ağlayamaz mı?”. Zar zor gönlümüzden gözümüze düşen, düşene kadar da bütün azalarımızı yakan gözyaşımızı boğazımızda düğümleyip yüzümüze tebessümü yapıştırmasına ne demeli?

İşte büyümek böyle çirkin bir şey. Ağlatmıyorlar bile insanı doya doya.

Şimdi de böyle olsun bakalım. Ama bir gün itiraf edeceğim İstanbul ve Ankara’nın anılarına tutunarak.



5 Aralık 2016 Pazartesi

Oyuncak Bebek ve Ben


Bu yazıya nasıl bir başlık koyacağımı bilmiyorum. Açıkçası içimdeki her şeyin de bir başlığı olmak zorunda mı onu da bilmiyorum.

Geçtiğimiz günlerde nereden geliyordum hatırlamıyorum, telefonda konuşuyordum. Oldukça derin bir mevzuuydu baya kaptırmıştım kendimi. Eve henüz vardı. Bu arada mevsim son baharın sonları, güneşin sıcaklığından çok aydınlığından yararlandığımız dönemlerdeyiz. Aslında güneş hiç ısıtmıyor da değil ama neyse konumuz bu değil.

Yolda yürürken, artık camdan mı düştü, yoksa bir afacan bilerek zevk aldığı için mi yere attı yahut bir kız çantasını kurcaladığı sırada farkına varmadan mı düşürdü bilmiyorum, yerde boynu bükük bir örgü bebek yatıyordu. El işiydi belliydi, toplamda onunla geçirdiğim vakit bir dakika değil, gördüm bir kaç saniye duraksadım ardından yola devam ettim.

O maksimum bir dakika içerisinde, o üzeri kirlenmiş ve başına ne geldi de oraya düştüğünü bilmediğim örgü oyuncak bebek bana birkaç şey öğretti.

Evvela telefonda hem arkadaşımı dinliyor söylediklerini anlıyor ona cevap veriyordum. Bu benim için başarılı bir çalışmaydı. Ardından, yerdeki bebeği almak istedim, ama bir an o bebeğin birinin olduğunu, belki birinin onu yana döne aradığını düşündüm.

Belki onu atan afacan o bebek için ağlıyordu.

Belki çantasını karıştıran kıza onu çok sevdiği biri hediye etmişti ve o kim bilir geçtiği yolları düşünerek o bebeği bulma çabasındaydı.

Bilemedim işte. Bıraktım sonra onu orda el dahi sürmedim. Ama bu bana birkaç şey öğretti. Hayatımızda bize ait olan ama kaybettiğimiz birçok şeyi ansızın kaybedebiliyor ve onu bir anda başka yerde görebiliyoruz. O an ki hüznümüz şüphesiz tarif edilemez. Diğer yandan, gözümüzün gördüğü her şeye elimizi uzatmamız da doğru değil, kim bilir elimizi uzattığımız ve bizim tabirimizle kurtardığımız o sokak aslında bir başkasının kaybettiği kaldırımlardır. He tabi bu kadar hesap kitap yaparak yaşamak doğru değil, ama yaşarken biraz izlemek gerek.


Hayat bazen bize biraz ketum davranıyor. Her şeyi açık etmiyor. Ama bu bizim yaşamamıza ve hayatımıza devam etmemize engel değil. Biraz sabır, biraz da olayları okumak, konulara bakmak lazım. Evet söylemesi kolay ama bu sözleri kendim için de söylüyorum. Zaten bunlar hep içimdekiler J

2 Aralık 2016 Cuma

Bişeyler Bişeyler :)


                  Her zamankinden farklı olsun istedim. Hani içimdekileri yazacaktım ya, işte içim sadece hüzün ve kederle dolu da yazıklarım bir tek acılara ayna oluyormuş hissine kapıldım bir süredir. Oysa öyle değil, dertler var eyvallah ama insan var olan sıkıntılarla da yol alabiliyor. Yani karamsarlığı streçleyip hayatı iteklemenin anlamı yok. Hayatı yaşamaya bakmak lazım.
               
                Bütün bu düşündüklerime rağmen eğlense de, neşeli de olsa insan yazmak için kaleme eli değdiği an sanki damarlarından kan akıyor kâğıda. Bu da garip hatta biraz arabesk bir örnek oldu o da ayrı tabii.  

                Ne diyorduk, gülmek lazım. Her şeye ve her şeye rağmen gülebilmek lazım. Eğreti, sığ bir kahkaha değil kastım, söylemek istediğim böyle içi dolu, sıcacık bir gülümseme. İhtiyacımız var çünkü bu samimiyete. Şöyle dönüp baktım bugün etrafıma, yolda yürürken insanlara, yaşadığım ev içinde aileme, kardeşlerime, arkadaşlarıma. İhtiyaç duydukları ve içlerini boşaltmak istedikleri alanlara. Herkesin ihtiyacı diğerininkinden farklı doğru, ama her insan ihtiyacını başkasını incitmeden giderebiliyor mesela. Bu önemli bir detay benim için. Ve gülmek. Bu çok önemli.

                Bugün örneğin, bence güzel bir olay oldu. Diğer birçok olumsuz belki daha büyük negatif duygular yükleyen olayların yanında, narin, naif, latif bir olay. Yıllardır görüştüğüm, gönülden sevdiğim, aziz bildiğim bir dostum kendi öğrencisinin sesinden sevdiğim bir parçayı benimle paylaştı. Yoldaydım, yürüyordum, bir an bildirim gelince telefonuma baktım. Öyle çok heyecanlanmadım, ama paylaşımı gördüğümde yolun ortasında durdum, kendime kendimce sessiz olan bir yere geçtim kulaklıklarım kulağımdaydı zaten açtım dinledim. Normalde hüzünlü bir parça olmasına rağmen içimi inanılmaz güzel ve sevinçle doldurdu. Gerçekten bunun sebebi ne bilmiyorum. Ama hala hatırladıkça mutlu oluyorum.

                Bir fıkra, bir karikatür yahut komik bir olay değildi. Ama kocaman bir gülümseme ile o an üzerimde olan bütün olumsuz negatif ne varsa hepsini o sokağın kenarında rüzgâra bıraktım. Hatta rüzgâra da değil, bir an da hepsi uçtu ama birine gidip konmayacak şekilde. Sanki yok oldu.

                Sonra durdum düşündüm. Kim bilir gün içinde bu güzel hadiselerle ne kadar çok karşılaşıyorum ve ne kadar azına teveccüh ediyorum bilmiyorum. Evet, içim huzur dolu, hatta eğer bu yazıyı Nergis okuyorsa eğer hani geçen mutluluk hakkında sohbet etmiştik ya, sohbetten ziyade birkaç kelime konuşmuş sonra uzun uzun susmuştuk. Nergis ben bugün bu duygu ile çok yakındım mutluluğa.

Gökyüzü hep başımın üstündeymiş, çoğu zaman unutsam da, bazen gözlerimi bulutlara dikmem, yağmuru kucaklamam lazımmış. İlla gülmek için garip bahaneler aramamalı, bunun yerine kocaman kocaman tebessümler edebilmek için gözlüklerimdeki karanlığı silmem lazımmış.

Bir süredir güneşe sırtımı dönmüş gibiydim. Sadece gölgem ve ben vardı. Bakamasam da, her gördüğümde hapşırsam da, güneşe dönmek için adım attım bugün.

Teşekkürler koca gönüllü dostum ve onun kadife sesli öğrencisi. J sizi seviyorum. 

27 Kasım 2016 Pazar

Hor Gözyaşlarım...



Her çokluğum neticede azdır
Nazınla kanıyor gönlüm
Süzülmesin
Hor gözyaşlarım
Üzerinde sırlarım yazıyor
Süzülürse eğer
Gönlüne dökülür sözlerim
Görmek ve söylemek karışmasın
Hor gözyaşlarımdan
Viranelerin artık kalmış kalıntılarından
Pes etmişler zaten
Gam denizinde kederlenme
Sızma oturduğun yere
Bakma yanaklarımdan süzülen sırlara
Mendil de verme bana
Dökmem ona sözlerimi
Yüreğini açarsan eğer
Dökülür belki
Çünkü gönül cevherdir
Beden arayamaz
Gönül “gitme” derse
Beden de gitmez
Gelemedim “affet”
Gönlümün sırlarını dökemedim “affet”
Müsaadesiz ve mahcuptum “affet”
Ayaklarım mazur ve tedirgindi “affet”
Ama bilmek istersen sırrımı, sözlerimi
Sızdığın yere döküldü, dikkat et.

21 Kasım 2016 Pazartesi

Damlaya Damlaya Yazı Oldu...



                Neydi kırılmak? Neydi kırgınlık? Küsmek? Öfke? Sevgi? Nefret? Bütün bu hislere ne isim vermişti? Kim bunların bu anlama geldiğini söylemişti?

                Mesela bu ismi verirken, örneğin sevmenin, herkesin gönlünün genişliğince olduğunu da söylemiş miydi? Yoksa herkes bu kelimenin içini kendi mi doldurdu?

                Gece oldu…

                Karanlığın en sevdiğim halindeyim, kulağımda bana her dinlediğimde kendi halimi hatırlatan henüz yeni tanıştığım bir müzik var.

                İçim…

                Gece gibi, biraz kararmış, ama gece gibi örtme arzusunda. Her şeyi, herkesi, yaşanmışlıkları mesela, en çok hayalleri. Hayaller tehlikeli çünkü bir anda insanı en çok istediği yere şıp diye götürüyor hem de istediği şekilde. Bir anda bulutların üzerine çıkıp yıldızlarla konuşturabiliyor mesela. Tehlikeli işte hayaller, hele geceleri, özellikle herkes elini eteğini yaşamaktan çektiğinde. Bir tek sen ve hayallerin kaldığında mesela. Hiçbir gürültü dahi çıkmadan… Büyük risk…

                Ben en çok gelişlerden korkarım mesela, gerçekçilikten değil, gelmeler gitme korkularını içinde barındırdığından. Düşmekten korktuğum için yükseklere çıkmayışım da mı bundan acaba? Ben korkak biriyim sanırım. Hayal kurmak özgürlüktür diyebiliriz evet, ama tutsak olduğumu, esir olduğumu düşünmüyorum. Üstelik ispatlamak zorunda olduğum bir özgürlükte tutsaktır belki.

                Zihnim karmakarışık ne düşündüğümü de tam kestiremiyorum. Kırgın mıyım? Bilmem. Yorgun mu? Olabilir. Öfke? Ona da bir parça meylim var. Tahammülsüz? Bir hayli hem de. Bu durumun ismi ne bilmiyorum. Hissiz miyim? Sanmıyorum. Hatta bunu söylerken gülüyorum, çünkü biliyorum birkaç gün sonra dönüp bu yazdıklarımı okuduğumda güleceğim. Hatta belki silecek, silmek ne imha edeceğim. Ama yine de itiraf ediyorum, çünkü içimde tutamam ben bazı şeyleri biliyorum. İçimde yer olmadığından değil her şeye içime atacak değer vermiyorum.

                Ama yine de şuan ağlayasım var ama ağlamakta istemiyorum.

                Çok konuşmayım, sonra biliyorum pişman olacağım J


                

7 Kasım 2016 Pazartesi

Toprağım....




Toprağım…
Ham halim…
Yangına düşmüşlüğüm
Ruh üflendiğinde ete bürünmüşlüğüm
Üşümüşlüğüm ayazda
Ağlamışlığım hıçkırıklarla
Sızmışlığım gökyüzünden
Sinmişliğim yeryüzünden…

Toprağım,
Kara yüzü içimin
Karanlık yüzü gecelerimin
Oysa toprağım
En pak halim sensin benim
Saflığı çocukluğumun
Sadrı sözlerimin
Yangını sevdamın
Hasreti toprağım hasreti çağlarımın…

Kaç yıldır yaşıyorum bilmiyorum
Sahi nerden geliyor bu yorgunluğum
Nedir bu toprağımdan ayrılığım
Kim benim derdim
Toprağım,
Dirilmişliğim…

Gözlerim dalıyor uzaklara
Bekleyenim mi var beklediğim mi bilmem amma
Bir toprak kokusu gelse mesela
Göz bebeklerimden düşse şakaklarıma
Oradan ince ince inse toprağımın üzerine
Sonra kokusu yayılsa toprağımın
Can bulsa asırların ölmüşlüğü
Bitse mesela şu içimdeki kavgalar
Kalem kâğıt davaları
Gönlün bürokrat sevdaları
Bıraksam ya şu omzumdaki yaşları…

Ahh…
Ölü toprağımın sermayesi
Ahh…
Ölü toprağımın kimliği
Ahh…
Ölü toprağıma üflenen nefes

Düş işte düşmeden cemre…


19 Ekim 2016 Çarşamba

Dostun Mavi Sureti



Bir kâğıt esirdir size ve kalem ise bu esiri azat etmek adına kullandığınız en güçlü silah. Kalemi hangi elle tuttuğunuz fark etmez, yazarken önemsenen hissettiklerinizdir. Siz yanlışları dahi yazsanız kaleminiz bunu yazmak ve kâğıdınız bunu yansıtmak zorundadır.
Kalemin kâğıdın felsefesi şurada dursun, ben dostumdan bahsetmek istiyorum. Mecburiyetliklerin ötesinde, insanın bir parçası bazen bütün azaları olan dosttan. Ete kemiğe bürünmüş, Allah’ın ruhundan üflediği bir insan.
Küçüktük, korkuyorduk. İnsanlara dair çok az şey biliyorduk hatta belki bilmiyorduk. Sonra o beni çok sevmiyordu. Hatta hiç haz etmiyordu, bunda tabi benim de payım büyük. Bakıldığında hoş izlenim bırakmıyor olabilirim.
Bir insan âşık olmadığı birini belki bu kadar sevebilir.
 Onu anlatmak isterken dahi bir gülüyor bir dalıyorum.
Birlikte yaşadıklarımızı yazacak değilim elbette, ben onun Mavi suretinden söz etmek istiyorum. Adı bende saklı kalsın, o kendini çok iyi bilen zat-ı şahane.
Birlikte büyüdük biz, insanlara güvenmeyi, birinin yanında çıkarsız hesapsız korkusuz ağlamayı, çok saçma bir şeye dakikalarca gülmeyi, çay içmeyi, çay demlemeyi, kaybolmayı, sora sora Bağdat’ı bulmayı birlikte öğrendik.
Ömrümün Nazar Boncuğu.
Karşılık beklemeden bir annem babam beni sever sanıyordum.
Sonra zamanla alıştık birbirimize, okul bahçesinde yürürken mesela, birlikte bulaşık yıkarken. Hatta bir kere başı kırık bir kavanoz yıkarken bir anda elimden kan gelmeye başlamıştı. Fark etti, hemen yanıma geldi. Zaten hep öyledir, nasıl fark ettiğini kimse anlamaz, yere bakarken dahi eğer sararmışsa benzim anlar. Elimi tuttu, sonra işte doktor vs. bilinen klasik muhabbetler. Elimin yarası kapanıncaya kadar elimi suya sokmadığımı biliyorum. Tabi bu yaşadıklarımızdan sadece bir tanesi.
Birlikte hayaller kurardık biz, ama öyle devasa hayaller değil, boyumuzu aşmazdı hiçbiri. Kendimizce işte. Birlikte kitap alır içine mütemadiyen ben ikimizin ismini yazardım. Ben ağlarken hep o yanımdaydı. Kimsenin yanında ağlayamayan ben onun yanında hıçkıra hıçkıra ağlamıştım ve ne yazık ki o benim bu eziyetimden bir türlü kurtulamadı. Hala onun yanında hıçkıra hıçkıra ağlıyorum.
Ama sanılmasın bu kötü iyi gün dostu olan dostluklardan değil. Kardeşim diyorum eksik geliyor, dostum diyorum yetmiyor.  O sanki benim içimde benmiş gibi bir şey işte. Azalarımdan biri gibi.
Nazar boncuğum, farklıdır. Mesela ben en çok onunla kavga ederim. Ama o küsmez, uzun uzadıya sitemler etmez. Biliyorum çok kırılgandır. Ama kimse onun neye ne kadar kırıldığını bilmez.
Denize, gökyüzüne bakmayı ben onda öğrendim. Hepsinden şiirler yazılır, şarkılar dizerler biliyorum. Ama hepsi eksik, hepsi yarım.
Maviye renk veren güzel dostum. Seni anlatmak doğru değil biliyorum. Sen denizden ve gökyüzünden, hatta yeryüzünden daha güzelsin.

Yeşili daha çok sevdiğini biliyorum bu arada, ama mavi de dursun burada diyor ve sözlerime son veriyorum. 

16 Ekim 2016 Pazar

An'ıyorum, Zam'An'a Yayıyorum


                Merak ederdim küçükken, sahiden bu kitaplardaki gibi ya da filmlerdeki gibi günlük tutan biri var mıdır? Diye. Sonra özenirdim o istikrara. Kendim de defalarca tutmaya yeltenmişimdir. Baya kararlılıkla da devam ettirdiklerim olmuştur. Ettirdiklerim diyorum çünkü günlüklerimi genelde anlatma ihtiyacım olduğunda kullanmış, acılarımdan kaçmak istediğimde ya da başka bir sebepten dolayı imha etmişimdir.


                Bir süre sonra, yaşanılanları okumanın bana bir faydası olmayacağını ve genelde hep hayatıma dair kocaman kocaman kararlar aldığımda yeni başlangıçlarda geçmişin izini taşımamak hasebiyle yok ettiğim günlüklerim…


                Kitap okumayı severim ve sonrasında hayal kurmayı. Yine okurken zayıflayan hafızamı keşfettim. Not almaktan da ayrı bir haz almışımdır. Saatlerce bıkmadan yazmak bana terapi gibi gelmiştir.

                Yazmak dediysem, öyle her yazmayı kabul etmez gönlüm. Mesela her kaleme değmez elim, hissettirmesi lazım kendisini. Her şeyi aynı kalemle yazmam örneğin. Belki bu yüzden imrenmişimdir günlüklere. Bakış açım değişti gerçi. Geçmişini, bugününü ve geleceğini okumalı insan. Aslında düzen belli, ne yaptıysak ne söylediysek onu yaşıyoruz. Bugünümüz geleceğimizin ablası ya da abisi. Dünümüz bilge dostumuz, geleceğimiz ise toyluğumuz.

                Kılıçtan keskindir derler kalem için. Buna şahit oldum. Evet, bu kadarına yetti ömrüm. Unutmadan yazmalıyım içimdekileri, zayıflayınca hafızam ve unutunca bu dediklerimi yahut gelecekteki toyluğuma bugünümden bir eser bırakmalıyım. Beni güldürebilir bile bu. Ama olsun. Buna ihtiyacım var biliyorum.

                Dönüp dolaşıyor zihnimdeki şu hadise:

                “Birkaç gün önce gece otururken, notlarımı geçiriyordum defterime. (defterlerimden bilahare sonra söz ederim belki) Birden kalemimin mürekkebi bitti. Zahmet çekmeyerek yaptığım işler kolaya kaçmak gibi geldiğinden kendimi bir türlü sıkıntıların içerisinde bulduğum doğrudur. Yazarken de yazıyı, yazmayı, kalemi, kâğıdı onları incitmeden şanlarına uygun bir şekilde bu zahmetlerin kurallarını yerine getirmeye dikkat etmeye çalışırım. Bilahare mevzu şu: ben dolma kalemle yazı yazmayı seviyorum.

                Ama mürekkebim bitti…

                Artık eskisi gibi mürekkebi içine çektiğimiz kalemler bulunmuyor. Tüplü oldu dolma kalemler. Buna rağmen maalesef istediğimiz her yerde bulamıyoruz. Benim de mürekkebim bitti. Tüpler yani. Almak için çıktığımda birkaç yer dolaştıktan sonra, bilahare son derece şık bir dükkâna girdim. Modern dünyanın malzemeleri rafları süslüyordu. Marka boyalar, çocukların ilgisini çekebilecek rengârenk oyuncaklı kalemler kâğıtlar ya da bilmiyorum belki gerçekten oyuncaklar vardı. Neyden bahsettiğimi anlamayacağını düşünerek kalemimin tüplerini yanıma almıştım.

-          Dolma kalem tüpü var mı? Diye sordum

Durdu ve yüzüme baktı, sanki çok ilginç bir şey sormuşum gibi. Ama anlamadığını anlayarak cebimden tüpleri çıkardım. Yüzüne anladığına dair ifade gelince sorumu yineledim.

-          Bunlardan bahsediyorum. Acaba sizde bulunuyor mu?

-          Hayır, maalesef bizde yok. Dedi

-          Peki, nerede bulabilirim. Birkaç yere sordum ancak onlar da ellerinde olmadığını söylediler.

-          Gerçekten bilmiyorum, zaten artık kimse dolma kalem kullanmıyor, bir siz kaldınız sanırım. Dedi.

O böyle deyince bir an durdum. Teşekkür ettim ve mağazadan dışarı çıktım. Önce tebessüm ettim. Sonra bir an koskoca dünya küçüldü ben kocaman kaldım. Sanki yalnızlaştım. Sahiden kimse artık mektup yazmıyordu. Kimse mürekkepli kalemleri doldurmuyordu.  Teknoloji ilerlemişti. Kimse yastığının altında günlük saklamıyordu. İmreneceğim kimse kalmamış gibi hissettim. İstikrarlı, kararlı, sabırlı o örnek insanlara ne olmuştu?

Buradan o insanlara sesleniyorum. Çok yalnızız. Artık kitaplar fotoğrafları sosyal medya raflarını süslenmek için okunuyor. Sevgiler sevgililer çoğaldı, ama kimse sevdiğini söylerken titremiyor. Kara sevda dedikleri türküleri herkes dinliyor, ama modern dünya batağında boğulmak adına her şey insan denen makinaya kurban gidiliyor. Biliyor musunuz? Artık kimse dilencilere inanmıyor, dilencilerin gizli hazineleri, torunlarına bırakacak mirasları var. Daha ilginci insanlar artık ihtiyaçlarını dillendiriyor. Yenilen içilen edilen sohbetin mahremi kalmadı. Birini tanımak aslında hiç güç değil. “nasılsa herkes birbirinin benzeri”  kalıpları döküldü mesela, her pazarda çarşıda bulunuyor. Modern sermayenin ürünleri. Denize bakmak, hayal kurmak, kâğıtları koklamak, şiir yazmak, gözyaşı dökmek kıymetsiz leşti. Bunun yerine afili sözler yazıp boy boy fotoğraf çektirerek güçlü insan portreleri yerini aldı.

Söyleyecek çok sözüm var size, ama sormak istediğim tek soru var:

Neredesiniz?




                


11 Ekim 2016 Salı

Düş İzim..



Geceydi…

Penceremden garip bir ışık huzmesi odamın içine girdi, o ışık tuttu elimden beni geceye çekti. Ona eşlik etmemi nazik bir şekilde rica etti. İstediğini yaptım, onun peşi ardınca yola koyuldum. Bir bahçeye vardık birlikte. Toprak ıslaktı. Kahverengi ve iri taneleri vardı. Sanki yeni yağmur yağmış gibi ıslaktı…
Mmm kokusu hala burnumda.

Gökyüzü karanlıktı hala yağmayı bekleyen yağmurları vardı. Biliyorum bir yerlerde gökkuşağı çoktan çıkmış bazı hayalleri süslüyordu. Sevmem kara bulutlu havaları. İçimden, hayallerimden, umutlarımdan hep bir şey alacak gibi gelir bana. Ve güneş her açtığında o kara bulutlardan sonra, bir yandan temizlenen toprak ve hava, diğer yandan yeniden yeşeren umutlar filizleniverir o toprakta. Sonra da unutturur o güneş işte o kara bulutları.

Neyse, konu çok dağılmadan devam edeyim ben hikâyeme…

Vardığımız bahçeyi tanıyordum, sanki çocukluğumu bu bahçenin duvarlarından zıplarken ya da köşede duran vişne ağacının vişnelerini toplarken üstümü başımı batırarak geçirmişim gibiydi. Bahçenin tam ortasında elindeki filizleri toprağa diken biri vardı.

Etrafındaki herkesten ve her şeyden bağımsız yapıyordu bu işi. Omuzları düşmüş, gözleri sadece toprağa bakıyordu. Toprağı kazmıyordu, sanki toprakla dertleşiyordu. Kadim bir dostuyla sıkı bir muhabbete girmiş gibiydi. Gözlerindeki anlam ilk defa bu işi yapmadığını, toprağı ve tohumu tanıdığını gösteriyordu. Onu izlemek yaptığı işe heveslendiriyordu insanı.

Tek bir kere başını kaldırmadan bana seslendi. Varlığımı nereden fark etmişti diye düşünmeye fırsat bile olmadan çağrısına icabet ettim. Yanına yaklaştım.

-          Bana yardım eder misin? Dedi

Onu izlediğim için utanmıştım. Bir insan bana bu kadar dikkatle baksa, çok iyi bildiğim bir işi dahi yapıyor olsam elim ayağım birbirine girer ve yaptığım işi elime yüzüme bulaştırabilirdim. Gayet sakindi. Ve onun toprakla ve tohumla olan ilişkisini daha yakından görme fırsatını bana verdiği için de oldukça lütufkârdı.  Zevkle ve iştiyakla talebini kabul ettim. Hevesli ve meraklıydım. Eline bir filiz aldı. Bunu toprağa dikeceğimiz çukuru kazdı. Filizi koymamı benden rica etti. Dedim ya ilk defa yapmıyordu bu işi, hemen anladı yaptığım hatayı. Ben filizi eğri koymuştum toprağa. Mütebessimdi, kesinlikle kızmıyor aksine gayet yumuşak ve nazik bir şekilde bir öğretmen gibi bana filiz dikmeyi öğretiyordu. Ama onda bazı öğretmenlerde olan öğretmen kibri yoktu.

-          Bu filizi görüyor musun? Dedi

-          Evet. Dedim

-          Bunu toprağa nasıl dikersen o şekilde büyür. Dedi. Ve devam etti. İnsanın aslı da topraktır. Onda filizlenen şeyler de tıpkı bu filizler gibidir. Filiz doğru olabilir, toprak ta saf ve hamdır. Ancak o filizi nasıl ekersen o şekilde büyür ve öyle devam eder. Bu yüzden dikkat etmeli diktiklerine, yeşerttiklerine ve büyüttüklerine. Büyütürken nasıl bir yol izlediğine.

Hiç susmasa dinlerdim onu, o bahçenin içinde bulunan evden bana seslenilene kadar. Evet, maalesef beni çağırıyorlardı. Önce duymak istemedim. Ses ısrarla gelince

-          Sana sesleniyorlar. Dedi.

-          Evet. Ama gitmek istemiyorum. Dedim

-          Hayır. Dedi.

Bunları o kadar naif bir hal ile söylüyordu ki, toprağı güneşi ve suyu bütün çıplaklığı ile onda görebiliyordum. Sesi su gibiydi, dinlendiriyordu. Gözleri güneş gibiydi, aydınlatıyordu. Ve duruşu toprak gibiydi insanın hakikatine ayna tutuyordu.

-          Şimdi git. Dedi. Ama tekrar gel.

Yardıma ihtiyacı olduğunu düşünerek,

-          Benim yerime bir başkasını göndereyim mi? Beraber dikersiniz. Dedim

Yüzünde hafif bir sararma oldu, bu rahatsızlıktan değil farklı bir hal almıştı.

-          Hayır. Dedi. Bana başkası lazım değil, sen gerek.

Ve ardından güneş düştü toprağa, o kara bulutlar bir bir çekildi kendi kıyılarına, gökyüzü yağmaya doymuştu belli ki. Ben de seslenilen sese doğru ilerledim.

Sonra sabah oldu ve ben uyandım. Normalde unutsam da tüm rüyalarımı, bu rüyayı unutmamak adına, unutamadıklarım arasına kaydettim. İşte bu benim düş izim.


8 Ekim 2016 Cumartesi

Ne Sandın?


Senin can İsa’n gönlüme girdiğinde Yıktı putları bir bir ibrahimce Her bir parçam bin parçaya bölünse de Sen “gel” dediğinde gelmem mi sandın?



"Ne Sandın?" şiirinden sadece bir dörtlük,
bazı sözler mahremidir insanın diyelim sandığımızda saklayalım..

3 Ekim 2016 Pazartesi

Konuşurken Kendi Kendimle



Bir pay ayırmak lazım her insana, tutup geçmişi paldır küldür koymamak lazım kimsenin önüne. Çünkü kimse bir başkasının geçmişinden sorumlu değil. Çok sorumluluk yüklemek istersek birine, evvela bir ayna almalı, kendimize bakmalıyız her şeyden önce.
Eleştirmek bir sanattır, ama yargılamak, ama kınamak insan olduğunu unutmaktır.  Kendini görmeyen başkasını nasıl görebilir? Kendini bilmeyen başkasında ne görebilir?
Acımasızız…
Evet, kabul etmeliyiz, etmeliyim.
Hiç ölmeyecek gibi yaşadığımızı, kızdığımız bir şeyi yarın yapma ihtimalimizi göz önüne koyup, kınadığımız şeyin aslında geleceğimizi yazan kalemin mürekkebi olduğunu kabul etmemiz lazım, etmem lazım…
İnsan…
İki hakikatin mazharı: ünsiyet ve beşeriyet.
Bütün ilahi lütufları kucaklamasıyla ünsiyet libasını giyinen insan, diğer yandan bütün hayvani dürtülere de sahip bir beşer. Bu yüzdendir her şeyi birbirine karıştırmamız, bu yüzdendir her şeyi en uçlarda yaşamamız. Bu yüzdendir hatalarımız, günahlarımız, ibadet ve sevaplarımız.
Çok şey beklememek lazım aslında kimseden, bir miktar kendimizden vermekten de kaçınmamak gerek tabi. Burası bir Pazar Meydanı değil, aldığının ücretini ödemiyorsun, burası geçiş yurdu. Kaldığın kadar, yandığın kadar bazen sandığın kadar nefes aldığın gurbet diyarı.
Buranın azığı benzemiyor hiçbir yerdekine, mesela;  gönül vermen gerek,  gönül almak için. Değerli şeyler değerliler içindir çünkü. Kimse bataklıktan gül toplamaz örneğin…
Bu yüzden çok yüklenmemeli kimseye. Nedir bu güvensizlik? Nedir bu yalanlar, neden bu gereksiz samimiyetsiz muhabbetler. Gerek var mı sahiden? Kimi kandırıyoruz mesela? Ölüm var diyorum kendime, ölümün olduğu bir toprakta neden baki hesaplar peşindesin diyorum sonra? Niye kırgınlık olsun ki mesela? Affetmek zor mu? Yahut birine inanmak?
Başlangıcı ‘ben’im biliyorum, hani şu acaba ile başlayan cümleler var ya şüphe içerenler. İlk onarla başladı bu güvensizlikler. Sonra sadakatsizlikler peşinden geldi. Sonra bir çorap söküğü gibi her biri pey der pey birbiri ardına geldi.
Ama hayır, belki tek başına bir başkaldırış bu, isteyen istediğini düşünebilir hakkımda, ben yine de güveneceğim insana.


2 Ekim 2016 Pazar

Kaldıramıyorum Artık Geceleri


Kaldıramıyorum artık geceleri
Karanlıkla birlikte odama süzülen sessizliği
Doğacak güneşle yeniden umut etmeyi
Kaldıramıyorum artık işte geceleri
Gönlümü ezen pişmanlıkları
Üstüme yıkılan umutları
Karşılığı olmayan hayalleri
Gönle değmeyen sözleri
Kaldıramıyorum işte benliğe bürünmüş kimseyi
Geceleri dökülen gözyaşının titreyen sesi
Mumun sönmek için yanan ateşini
Ateşle aşkın hecesini
Çayın soğumasını
Gökyüzünün sesini
Kaldıramıyorum ben artık geceleri…

Bağırmak istiyorum uçsuz bucaksız avazlarla
Saklanmadan
Gizlenmeden
Yahut üstünü örtmeden gözyaşlarının
Gündüzün tam orta yerinde
Öğleden sonra mesela
Hesaplamadan akrebi yelkovanı
Saçmalamak istiyorum düşünmeden bütün bunları
Çıkarların hepsinden sıyrılarak
Soyunarak tüm yalanlardan
İhanet ve yalanla birlikte zikredilen dolanlardan
Hakkımda kim ne düşünmüş bana ne demeden
Hatta kimsenin hakkımda düşünmesini de istemeden…

Ben ki geceleri uçardım göklere
En bilinmeyen en uçsuz bucaksız yerlere
Herkesten ve her şeyden gizli kalan tüm zerrelere
Sızardım sessizce
Ansızın ve dilsizce…
Ama kaldıramıyorum artık geceleri
Gece olunca üzerime çökenleri…
Ben kaldıramıyorum geceleri…