Geceydi…
Penceremden garip bir ışık huzmesi
odamın içine girdi, o ışık tuttu elimden beni geceye çekti. Ona eşlik etmemi
nazik bir şekilde rica etti. İstediğini yaptım, onun peşi ardınca yola koyuldum.
Bir bahçeye vardık birlikte. Toprak ıslaktı. Kahverengi ve iri taneleri vardı. Sanki
yeni yağmur yağmış gibi ıslaktı…
Mmm kokusu hala burnumda.
Gökyüzü karanlıktı hala
yağmayı bekleyen yağmurları vardı. Biliyorum bir yerlerde gökkuşağı çoktan
çıkmış bazı hayalleri süslüyordu. Sevmem kara bulutlu havaları. İçimden,
hayallerimden, umutlarımdan hep bir şey alacak gibi gelir bana. Ve güneş her
açtığında o kara bulutlardan sonra, bir yandan temizlenen toprak ve hava, diğer
yandan yeniden yeşeren umutlar filizleniverir o toprakta. Sonra da unutturur o
güneş işte o kara bulutları.
Neyse, konu çok dağılmadan
devam edeyim ben hikâyeme…
Vardığımız bahçeyi tanıyordum,
sanki çocukluğumu bu bahçenin duvarlarından zıplarken ya da köşede duran vişne
ağacının vişnelerini toplarken üstümü başımı batırarak geçirmişim gibiydi. Bahçenin
tam ortasında elindeki filizleri toprağa diken biri vardı.
Etrafındaki herkesten ve her
şeyden bağımsız yapıyordu bu işi. Omuzları düşmüş, gözleri sadece toprağa
bakıyordu. Toprağı kazmıyordu, sanki toprakla dertleşiyordu. Kadim bir dostuyla
sıkı bir muhabbete girmiş gibiydi. Gözlerindeki anlam ilk defa bu işi
yapmadığını, toprağı ve tohumu tanıdığını gösteriyordu. Onu izlemek yaptığı işe
heveslendiriyordu insanı.
Tek bir kere başını
kaldırmadan bana seslendi. Varlığımı nereden fark etmişti diye düşünmeye fırsat
bile olmadan çağrısına icabet ettim. Yanına yaklaştım.
-
Bana yardım eder misin? Dedi
Onu izlediğim için utanmıştım.
Bir insan bana bu kadar dikkatle baksa, çok iyi bildiğim bir işi dahi yapıyor
olsam elim ayağım birbirine girer ve yaptığım işi elime yüzüme
bulaştırabilirdim. Gayet sakindi. Ve onun toprakla ve tohumla olan ilişkisini
daha yakından görme fırsatını bana verdiği için de oldukça lütufkârdı. Zevkle ve iştiyakla talebini kabul ettim. Hevesli
ve meraklıydım. Eline bir filiz aldı. Bunu toprağa dikeceğimiz çukuru kazdı. Filizi
koymamı benden rica etti. Dedim ya ilk defa yapmıyordu bu işi, hemen anladı
yaptığım hatayı. Ben filizi eğri koymuştum toprağa. Mütebessimdi, kesinlikle kızmıyor
aksine gayet yumuşak ve nazik bir şekilde bir öğretmen gibi bana filiz dikmeyi
öğretiyordu. Ama onda bazı öğretmenlerde olan öğretmen kibri yoktu.
-
Bu filizi görüyor musun? Dedi
-
Evet. Dedim
-
Bunu toprağa nasıl dikersen
o şekilde büyür. Dedi. Ve devam etti. İnsanın aslı da topraktır. Onda filizlenen
şeyler de tıpkı bu filizler gibidir. Filiz doğru olabilir, toprak ta saf ve
hamdır. Ancak o filizi nasıl ekersen o şekilde büyür ve öyle devam eder. Bu yüzden
dikkat etmeli diktiklerine, yeşerttiklerine ve büyüttüklerine. Büyütürken nasıl
bir yol izlediğine.
Hiç susmasa dinlerdim onu, o
bahçenin içinde bulunan evden bana seslenilene kadar. Evet, maalesef beni
çağırıyorlardı. Önce duymak istemedim. Ses ısrarla gelince
-
Sana sesleniyorlar. Dedi.
-
Evet. Ama gitmek
istemiyorum. Dedim
-
Hayır. Dedi.
Bunları o
kadar naif bir hal ile söylüyordu ki, toprağı güneşi ve suyu bütün çıplaklığı
ile onda görebiliyordum. Sesi su gibiydi, dinlendiriyordu. Gözleri güneş
gibiydi, aydınlatıyordu. Ve duruşu toprak gibiydi insanın hakikatine ayna
tutuyordu.
-
Şimdi git. Dedi. Ama tekrar
gel.
Yardıma ihtiyacı olduğunu
düşünerek,
-
Benim yerime bir başkasını
göndereyim mi? Beraber dikersiniz. Dedim
Yüzünde hafif bir sararma
oldu, bu rahatsızlıktan değil farklı bir hal almıştı.
-
Hayır. Dedi. Bana başkası
lazım değil, sen gerek.
Ve ardından güneş düştü
toprağa, o kara bulutlar bir bir çekildi kendi kıyılarına, gökyüzü yağmaya
doymuştu belli ki. Ben de seslenilen sese doğru ilerledim.
Sonra sabah oldu ve ben
uyandım. Normalde unutsam da tüm rüyalarımı, bu rüyayı unutmamak adına,
unutamadıklarım arasına kaydettim. İşte bu benim düş izim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder