Ne yazacağımı,
nasıl başlayacağımı bilmiyorum. 1 saatte sadece 3 bardak çay içebildim ve bugün
toplamda içtiğim çay sayısı da bu 3 bardak. Bunu neden dert ediyorum bilmiyorum
ama inşallah soğutmadan bu bardağı içerim ve kimse kesmeden bu yazıyı
bitiririm.
Amacım
yazı yazmak değil, içimi dökmek itiraf sayfama bir yenisini daha eklemek ve
içimde beni esir eden cümlelerden kurtulmak. Böyle dediğime bakma, içimdekileri
dile hiç düşürmedim ki şimdi itiraf edeyim.
Ama bir
gün, belki keyfim yerinde olduğunda…
Olamaz mı? Olabilir elbette. Ama şimdi değil.
Her şey üstünüze geldiğinde
vazgeçmeyin diyor Mevlana, peki vazgeçmemenin zıddı ne? Direnmek mi? Durmak mı?
Sabretmek mi? Ne?
Peki, hiçbir şeyden
vazgeçmezsek, bu sefer birikmez mi? Ya artık fazla geliyorsa? Ya artık fazla
geliyorsak?
Büyümeyi oldum olası sevmedim.
Doğum günleri de hiç cazip gelmemiştir mesela. Biliyordum işte. Büyümek
dedikleri şey insanı yavaş yavaş öldüren bir tür zehirden başka bir şey değil.
Üstelik bu zehrin her damlasını hissedebiliyorsunuz. Ne korkunç.
Zamanla yahut yaşlanmakla kavgam yok. Benim derdim
büyümekle. İstemiyorken büyümeyi tutup beni bu kocaman dünyaya bırakmalarıyla
problemlerim var. Sıkıntı büyük yani.
Ne olurdu şimdi çocuk
olsaydım? Bu yazıyı yazmak yerine hayaller kursaydım. Ne olurdu, çocukluğuma
geri dönebilseydim, ablamla kardeşimin aşağıda benim inmemi bekledikleri ağaçta
bulutlara değme umudu taşısaydım. Şimdi nereye dokunursam dokunayım, farklı bir
sızı. Her şeyin farklı bir anlamı var. Renkler dahi manalar taşıyormuş ne kötü.
Sarı ayrılıkmış ya da hastalıkmış,
mor başka bişeymiş, mavi huzur veriyormuş, yeşil rahatlatıyormuş ama siyah iç
karartıyormuş, falanmış filanmış. Şimdiye kadar tek bir kelime dahi konuşmamış siyah
kimseyle ama neden ona öyle bir anlam yüklenmiş peki? Bu haksızlığı bu
büyüklerden başkası yapamaz. Evet, evet kesin onların işidir. Siz hiçbir çocuğun
sarı görünce bu hastalık ve ayrılık dediğini görüp o renkten vazgeçtiğini
gördünüz mü? Ben görmedim.
İşte tam şuan renklerin,
hayallerin ne bileyim birçok şey var işte onlar için ağlamaya yeltendiğim bir
vakitte kocaman adamın biri tutup bir şiir yazmış. Demiş ki; “ağlamak için gözlerden yaş mı
akmalı, dudaklar gülerken insan ağlayamaz mı?”. Zar zor gönlümüzden gözümüze
düşen, düşene kadar da bütün azalarımızı yakan gözyaşımızı boğazımızda
düğümleyip yüzümüze tebessümü yapıştırmasına ne demeli?
İşte büyümek böyle çirkin bir
şey. Ağlatmıyorlar bile insanı doya doya.
Şimdi de böyle olsun bakalım. Ama
bir gün itiraf edeceğim İstanbul ve Ankara’nın anılarına tutunarak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder