(Baş Not; söz konusu arşiv yazılarım olunca baş notlar
eklenmeden olmaz. Ama bu sefer birkaç ayrıntıyı da eklemek istiyorum. Yazının
künyesini yazayım evvela bir dakika; bu yazı 16 Nisan 2019’da saat: 15.26 da
tarafımca yazılmış ve yayınlanmıştır. Yazı içeriğinde değişiklikler olmamakla
beraber, reklam araları mevcuttur. Neden arşivlediğimi hatırlamıyorum. Ara
notlarım günümüz düşüncesiyle yazılmıştır. )
Şöyle bir giriş yapmışım;
‘Sana bakarak yazıyorum bu sözleri..
Ellerine,
Gülüşüne,
Gözlerine,
Kalbindeki acına,
Aşkına,
Yürürken adım atışındaki ahenge..
Nasıl diyorum besteliyor kirpiklerin bu şarkıları? Nasıl
oluyor da insan, tüm çıkmazların içinde kaybolmuşken; her şeyin mümkün
olabileceğine inanıyor, dudağının kenarında sıkışmış bir tebessümle?
Sana bakıyorum ya ama şimdi. Gözlerin nasıl güzeller öyle
maşallah diyelim.
O nasıl bir endam?
Yüzündeki çizgileri sayarak tükensin ömrüm. (Reklam
arası; buraya kadar okurken açıkçası biraz sıkıldım, yani fazla romantik geldi.
Oysa yazıma ilham olan şey komik de olsa yeşil sebzelerdi.)
Ellerim titriyor..
Hiç olmamıştı oysa. Hiçbir yazı beni böyle
heyecanlandırmadı.
Hani defalarca, bir şeyler için hep heyecanlanmışımdır; bu
olur yani. Yani, bu ilk heyecanım değil. Ama bir yazı için ilk defa
heyecanlanıyorum.
Çünkü sana bakarak yazıyorum..
Gözlerim doluyor, sonra dolanlar taşıyor bir bir
gözlerimden.
Ama ah bir de içimi görsen, bir bilsen içime dolanları.
Kafanı kaldırdın şimdi, bana bakıyorsun. Yine yeniliyorum
sana. Bu bir savaş değil oysaki. Peki, neden ama sürekli ben yeniliyorum?
Ellerim hala titriyor.
Bacak bacak üstüne attın şimdi, ama biraz sonra
toparlanacaksın. Ayağının üzerine oturacaksın biliyorum.
Sana bakarak yazıyorum bu yazıyı, gözlerimi kırptığım her
dakika için kendime kızarak.
Çok ama.
Bu kadarı sana da bana da çok. Bu çok ama. (Reklam
arası; çok şükür bir uyanış göstermişim ve bir şeylerin çokluğuna kanaat
etmişim. Ama iyi de ilerliyor, akıcı olmuş; aferin bana)
Herkes gibisin oysa. Herkes kadar değil ama.
Sana bakarak seni yazamıyorum.
Güldüm buna.
‘ne oldu?’ dedin..
Derdin.. (Reklam arası; işte buraya kadaaar, yani
bir hayal ürünü, bir kurgu, peki neden yapmışım bunu?)
Ben sana bakarak yazıyorum ama sen karşımda değilsin. Ben
seni gözlerimin önünden hiç ayırmıyorum ama sen nicedir semtime uğramıyorsun.
Ben hep sesini duyuyorum, hep..
Ama sen bana seslenmiyorsun.
Ben senin sadece sesini değil; ben var ya ben, olur olmadık
her seste seni duyuyorum. Fark etmiyor nerede olduğu, nasıl olduğu.
Geçen yolda mesela çocuk annesine seslendi. Ben orada seni
duydum.
Sonra ne bileyim yağmur yağarken falan hep seni duyuyorum.
Sen bilmiyorsun, sen yoksun ama ben bu yazıyı gözlerinin ta
içine bakarak yazıyorum. Yazarak içimdekilerden kurtulmuyorum.
Kendimi bu kelimelerin kaderine bırakıyorum.
Her yara bandı yarayı sarmaz. Her yaraya da yara bandı
yapıştırılmaz. Bu cümle de burada kamu spotu olarak dursun.
Ben şimdi bu yazıyı sana bakarak yazıyorum ya. Ama seni
yazamıyorum..
Elim hala titriyor..
Yüreğim titriyor be ne eli?
(Son; evet, sancılar içerisindeydim bu yazıyı yazarken..
O anki duyguların zerresine sahip değilim. İlk defa reklam araları koyma
gereksinimi duydum bir yazıma. İlk defa mı kaçmak istiyorum, ilk defa mı
savunasım geldi bilmiyorum? Son zamanlarda yaşadığım gergin duygular
neticesinde, duygusal deformasyona mı uğradım bilmiyorum..
Yazarken o reklam aralarını, kendi yazdığım ve
hissettiğim duygularla dalga geçme ihtiyacı duydum. Savunma mekanizmam mı?
Yüzleşemiyor muyum? Kabullenemiyor muyum bilmiyorum..
Arşivdeki diğer yazılarıma göz attım. Başım ağrıdı
bazılarını okurken. Ne arabesk, ne edebi cümleler kurmuşum höh.
Yayınlar mıyım bir gün bilmiyorum. Bu yazıyı neden
yayınladığımı bilmediğim gibi..
Olsun bakalım, bu da çıksın gün yüzüne. Maksat itiraf
değil mi?
Son cümleyi tebessümle yazdım. Kendini gıdıklamak gibi
bir şey oldu bu da. Gülmüyorsun ama çaban hoşuna gidiyor. Henüz benden umut
kesilmemiş)
Yazı fena değil aslında ama yeşil sebzelerden sonra odaklanamadım bir türlü, yorum yapamayacağım 😊
YanıtlaSilKabul etmek gerekirse, çok keyifli bir yazı olmamış. Ama yine kabul etmek gerekirse bu az keyifli yazıyı da ben yazdım :) teşekkür ederim
SilSöz sebzelerden açılmışken, şöyle bir şey okudum az önce;
YanıtlaSilHayat, mevsiminde olmayıp satılan domates gibi; ne tadı var ne tuzu be Hüseyin...
+Aynen abi, sanki iyisini yurt dışına gönderiyormuşuz da kötüsü bize kalıyormuş gibi!
Buradan (tam bulunduğum yerden) Hüseyin'e bir şeyler demek istemiyorum :) ama diyalog güzelmiş. Az öncenin üstünden ne çok zaman geçmiş.. :)
SilBirileri bloga mı küsmüş, hayata mı küsmüş, birine mi küsmüş yoksa kendine mi küsmüş? Terkedilmiş bir şehir havası var buralarda. Şehrin hamisi nerde?
YanıtlaSilKim o? Bloga küsen? Derdi neyse oturup konuşalım böyle olmaz kendi kendine küsmeceler falan :) şehirleri terk etmek de çok karizmatik geldi bir an :)) cevap olmuş mudur bu :)
SilUzun süre yeni yazı görmeyince blogun sahibinin küstüğünü düşünmüştüm ben. Küsen yoksa oturup konuşacak bi mevzu da kalmıyor sanırım ortada. Hem insan kendi bloguna neden küssün değil mi? Benimki de düşünce işte :)
YanıtlaSil