(Baş not: bu yazı 12 Aralık 2020'de 'X' in hikayesi olarak tarafımca yazılmıştır. Arşivlemiştim, geçen okudum. Yeniden paylaşma ihtiyacı duydum, teşekkürler..)
‘Her gün uyandığımda önce perdeyi, sonra pencereyi açıyorum belki gelirsin diye..
Çiçeklere selam veriyor, topraklarına dokunuyorum. Kurudularsa su veriyorum, çünkü geldiğinde gözlerine güzel görünsünler istiyorum.
Sonra bazen bir şarkı söylüyor, bazen bir müzik eşliğinde çayı demliyorum. Belki gelirsin diye.. Ama o çok sevdiğin güllerden atmıyorum, bir parçam bu gün gelmeyeceğine inanıyor çünkü. Gelişine saklıyorum bu yüzden..
Temizlik yapıyorum, ortalığı düzeltiyor, tozları alıyorum.. Belki gelirsin diye.
Odaları iyice havalandırıyorum ki; acının, zor geçen gecelerin kokusu sinmesin, geldiğinde huzur bul istiyorum.
Yerleri siliyor, halıları süpürüyorum. Dağınık bulma diye geldiğinde.
Sonra gözlerini düşünüyorum, gökyüzüne baktığımda mavi, geceye düştüğünde siyah, çiçeğe baktığımda yeşil olan gözlerini..
Bütün düzenim o an bozuluyor, çünkü gözlerinin ardından gülüşün hemen geliyor..
Bugün gelsen ne konuşuruz diye, birçok konu biriktiriyor, hatta bazılarını not alıyorum.
Ekmek almaya gittiğimde, eğer ekmek sıcaksa hep bir tane fazla alıyorum. Sonra bir parçasını koparıp sana nasıl vereceğimi, ekmeğin kokusunda dahi seni nasıl özlediğimi anlatacağımı düşünüyorum.
Sonra günlük telaş işte..
Her gün aynı şeyi yapıyor ve yaptığım her işe bir gelişinin payını ayırıyorum.
Sonra akşam oluyor ve belki yarın gelirsin diye düşünüyorum.’
Diye anlattı O, beklediği kişiyi. Öylece dinledim, birçok sorum vardı ama gözlerindeki o kaygıyı görmek, tüm sorularımı susturdu.
Sanki sorsam bir anda bütün kemiklerinin kırıldığını görecektim. Ve zaten hiç konuşmadan yalvarıyor ve içindeki yangına su serpmemi istiyordu.
İnsan böyle durumlarda şaşırıp kalıyor. Ne deyim diyorsun? Ne yapabilirim ki? Zaten ben milyonlarca kelime söylesem de ne fark edecek ki istediği dil ben değilsem?
Titrek, korkak bir sesle ‘neden gelmiyor?’ dedim.
Sanki bütün soruları kendine sormuş ve cevaplamış gibi, hiç düşünmeden pat diye ‘beklediğimi bilmiyor ki’ dedi.
Bir şey söylemem gerekiyordu farkındaydım. Ama neresinden tutsam da elimde kalabilirdi. Benim imtihanım da bu.
Aslında çok bilmediğim bir hikâye değildi, daha önce daha şaşırtıcılarına da rast gelmiştim. Beni hep şaşırtan ne diyeceğim noktasındaydı.
Ama O anladı benim ona verecek ve onun kalbini teskin edecek bir sözüm olmadığını. Bu yüzden anlatmaya devam etti.
‘bir gün gelmişti. Yağmur yağıyordu o gün biliyor musun? Kış başlangıcıydı. Portakal soymak, ıhlamur kaynatmak, patik giydirmek ve saçlarını kurutmak istedim.’
O bunları anlatırken gözümde canlandırıyordum. Bir an saçlarını düşündüm, kuruma ihtiyacı olacak kadar saçı varmış demek ki diye içimden geçirip güldüm.
Ama O benim güldüğümü fark etmedi, anlatmaya devam ediyordu. Bir de gözleri dalmıştı. Sanki o güne geri dönmek ister gibi bakıyordu.
‘çok ıslanmıştı ama gelmişti. Çay demlemiştim. Düşünebiliyor musun gelmişti. Bir insan neden gelir ki?’ dedi ve gitmek istediği andan bir anda çıkıp yanıma gelmişti.
Gözleri bu sefer bir cevap arıyor gibi bakıyordu. Ama doğru ‘bir insan niye gelir ki?’ dedim ben de kendime.
‘sen niye geldin?’ dedim. Çünkü bu tek taraflı bir eylem değil, gelmek tamamıyla iki kişilikti.
‘bekleyenin kaderi önce gelmekten geçer.’ Dedi. ‘ o halde o da mı bekliyor?’ dedim merakla.
‘hayır’ dedi ‘onun kaderinde beklemek yok, gelmek ve ama gelen değil o..’ dedi.
Beynim biraz yanmıştı ama O’na yardımcı olmayı istiyordum. Acı çekiyordu. Hemen duygularımdan sıyrılmam gerektiğini anladım.
Belki sadece içini boşaltmak istiyordu, belki hastaydı yani bu bekleme eylemi aslında çok da sağlıklı bir şey değildi.
Kendimi toparlamalıydım. Yardımcı olmak istiyorsam önce kalbimdeki sevgisinden uzaklaşıp ona hakkaniyetle ve adaletle bakmalıydım.
Yaşamış olduğu bu duyguya verdiği isim gerçek bir sevginin eseri mi? Yoksa hastalıklı bir ruh halinin ortaya çıkışı mı?
Düşüncelerimi böldü
‘gözleri var ya’ dedi, ‘gözlerinde ne ararsan onu bulursun. Ben yalçın kayalıkları, sarp dağları onun gözlerinde gördüm. Ayder yaylasını, tortum şelalelerini, Giresun kalesini, gün batımı, gün doğumunu, yeşili, maviyi, siyahı, Şems’i, Mevlana’yı, kitabı, kalemi hep onun gözlerinde gördüm.’
İnşallah bu insandır diye düşündüm. Ve bu sefer yardım etmek için gelen o merhametten ziyade, endişe ve kaygıyla dinlemeye başladım.
‘beni anlamadığını biliyorum’ dedi.
İç sesimi duydu zannettim, devam etti ‘anlamayacağını da biliyorum. Çünkü görmedin gözlerini.. Beni ne derin kuyulara attığını bilmiyorsun.’ Dedi.
Usulca doğruldu, ‘hadi git’ dedi ‘gelirse beni böyle kederli görmesin, çiçekli elbisemi giyeyim. Gelirse içi açılsın’ dedi.
Çok yazdım. Ama devam edeceğim :)
Yine üzerine bir çok söz söylenebilecek bir yazı olmuş. Okumanın güzel taraflarından biri de bu olsa gerek. İnsanın zihninde yeni kapılar açılıyor ve daha önce fark etmediği bazı gerçekleri fark etmesini sağlıyor.
YanıtlaSilSevgi üzerine söylenebilecek çok söz var. Burada anlatıldığı şekliyle, sevginin en güzel örneklerinden birine rastladığımı ifade etmek isterim. Vakti zamanında böyle bir sevgiye şahitlik etmiştim. Okuyunca yahut şahit olunca insana inanması güç gelecek kadar kusursuz görünebilir fakat bazı duygu ya da olguların kusuru kusursuzluğunda gizlidir. Ne saçmalıyor bu diye düşünmeye hakkınız var ama yargılamadan önce sözlerimi bitirmeme müsaade ediniz lütfen. Sevgi üzerinden gidersek eğer, maşuğunu yormadan, ona karşı hiç bir beklentiye girmeden, karşılık görmese, hatta maşuğu tarafından uzaklaştırılsa bile kırılıp gücenmeden sevmeye devam eden bir aşık, maşuk üzerinde zamanla öyle bir etki bırakıyor ki; maşuk hiç bir zaman ve koşul altında aşığın kendisine kırılıp gücenmeyeceğine ve asla onu terk etmeyeceğine inanmaya başlıyor. Aşığın bu kusursuz, saf ve dupduru sevgisi zamanla maşuğun gönlünde bir karşılık buluyor. Maşuk da bu saf sevginin karşılığında gönlünü aşığına açıyor. O'na yaralarından ve kusurlarından bahsediyor ki bu saf ve dupduru sevgiye aynıyla karşılık verebilsin, arada hiç bir karanlık nokta perde olmasın. Hatta ruhundaki karanlığı O'nun sevgisinin nuruyla aydınlatsın. Aşık bu noktada sevgisinin tüm saflığına rağmen ya gerçekten karşılaştığı karanlıktan korktuğundan ya da uzun zamandır çektiği naza karşılık maşuğunun da bir kerelik de olsa kendi nazını çekmesini istediğinden 'dönmek' için de olsa maşuktan uzaklaşır. Kusursuz sevginin kusuru burada ortaya çıkar ki; maşuk şahit olduğu o kusursuz sevginin neticesinde bu gidişi kaldıramaz. Belki aşığın sevgisinin o denli kusursuz olduğunu düşünmese ve O'na da bir hata payı bıraksa bırakıp gitmesini mazur görebilirdi. Oysa şahit olduğu sevginin kusursuzluğu ona böyle bi hak tanımasına izin vermez.
Çok yazdım. Devam edebilirim de etmeyebilirim de :)
Yorumunuzu okurken, 'Dostoyevski'nin Beyaz Geceler' ve 'Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Ben Deli miyim?' kitaplarından bir bölümü okuyormuşum hissi uyandı üzerimde. İlk başlarında elbette, sonra kendime geldim.
SilAşık ve Maşuk meselesine herkes bir yorum getirebilir muhakkak, ben hiçbir zaman iki insan arasında görmedim mesela. Benim için Aşk ve Sevgi birbirlerinden hep farklı oldular.
Birini sevdiğini söylemek bir erdem iken, aşık olduğunu söylemek oldum olası çiğ gelmiştir bana. Dediğim gibi bu benim yorumum, düşüncelere elbette saygı duyuyorum.
Dilediğiniz kadar yazabilirsiniz :)
Açıkçası ben yorumda aşık/maşuk kelimelerini kullanırken çok dikkat etmemiş biraz gelişi güzel kullanmıştım.(Burada seven/sevilen ifadelerini kullanmak daha yerinde olabilirdi.) Aşk üzerine söz söylemeyi pek haddim bilmesem de tek kişilik olduğu konusunda kesinlikle haklısınız. Aşktan yana insanın nasibine düşen bir pay varsa bu tamamen aşığın kendisinedir. Maşuk tamamen edilgen bir haldedir. Bu hal insan üzerinde bir etki bırakacaksa da bu değişime uğrayan sadece aşık oluyor. Aşık olunanın buradaki rolü tam olarak nedir? Yani neden bir başkası değil de o kişi? Gerçekten tek rolü bu aşk için bir figüran olmaktan ibaret mi? Bu iki kişi arasında kalben, ruhen - adına her ne derseniz - hiç bir bağ yok mudur? Tüm bu sorular bir yana bildiğim tek bir şey varsa o da aşık olmanın bir kabiliyet gerektirdiği ve bırakın aşık olmayı üzerine konuşmak bile sınırları zorlamaktır. En iyisi akşam gidip benim için en büyük aşk olan oğlumu seveyim :)
Silİnsan soru sorarken ne çok cevaba rastlıyor ve ne çok açılıyor zihni.. çok ilginç :)
SilHakiki bir sevginin karşılıksız olduğunu hiç düşünmedim..
Hakikat'i de herkes farklı yorumlayabilir elbette..
Oldum olası sınırları zorlamayı, bilhassa iddialı cümleler kurmayı sevmişimdir..
Fakat dönüp dolaşıp aynı daireyi çiziyorum Aşk başka bir mesele :)
Bu kitapları okumalıyım.
YanıtlaSilGüzel eserler, okuduktan sonra da düşüncelerinizi yazın..
SilYazmak iyidir :)
Geçen cumaydı. Öğleden önce. İşten bir kaç saatliğine izin alıp yakınlardaki kitapçıdan bozma bir kırtasiyeye uğradım. Önce Beyaz Geceler'i sordum bankonun ardında ne olduğunu kestiremediğim bir şeylerle uğraşan ve şuan yüzünü bile hatırlamadığım hanım efendiye. "Yayın evi önemli mi?" diye sordu. Değil dedim. Oysa önemli olmalıydı.
YanıtlaSilSonra iş bankası yayınlarından çıkan baskısından bir tane getirdi. Ben deli miyim'i sordum. Öğrendim ki Dostoyevski kadar itibar edilmezmiş buralarda Hüseyin Rahmi Gürpınar'a. Ben de çok önemsemedim zira elimdeki işimi şimdilik görecek diye düşündüm. Üstelik bu tüketim hırsı niye? bu kadar kolay ulaşılabilir mi olmalı insanın arzu ettiği bir değer? Neyse! Kitabı vurup koltuğumun altına, geçtim karşıdaki sitenin halka da açık olan parkına. Güneşli bir hava, elimde kitap, kuş sesleriyle şenlenmiş ağaçlık bir alan.
Karşısı her ne kadar otoyol ve betonarme binalarla çevrilmiş de olsa, bu küçük alan o an çölün ortasındaki bir vaha gibi göründü gözüme. Sanki uzun zamandır karanlık bir odada hapsolan ruhum için, gökyüzüne bakıp nefes alabileceği kısa bir kaçamak. O an ufak bir saksıda tek başına açmış bir çiçek de görsem bende aynı hisleri uyandırabilirdi gerçi. Buna hazırdım, daha doğrusu buna ihtiyacım vardı. Otoyol tarafından uzakta, çocuklar için hazırlanmış bir kaç salıncak ve tahteravalliden ibaret çocuk parkının karşısında bir bank seçip oturdum.
Bu anın sıradan bir şekilde hızlıca gelip geçmesine izin vermeden, adeta bir seremoni havası içinde usulca kitabın sayfalarını açıp okumaya başladım. Daha bir kaç sayfa okumamıştım ki sadece iki-üç saatlik uykunun üzerinde olmamı fırsat bilen göz kapaklarım kapanmaya başladı. Bir yandan deli gibi elimde duran kitabı okumak istiyor diğer yandan sanki günlerdir bir gram uyku çekmemişçesine kapanmak için inat eden göz kapaklarıma direnmeye çalışıyordum.
Bir kaç başarısız denemeden sonra baktım ki bu böyle olmayacak, göz kapaklarıma karşı verdiğim bu savaşı kaybedeceğim; kalktım banktan. Parkın otoyola bakan tarafında da kalsa herhalde 50- 60 metreden daha uzun sayılmayacak, suni çimle daire şeklinde döşenmiş yürüyüş alanına geçtim. Böylece kitabı okurken aynı zamanda yürüyüş de yapacak ve böylece uyumama engel olmaya çalışacaktım. Nitekim bu plan başarılı oldu da. Ancak yine daha bir kaç sayfa okumuştum ki kitaptaki akışın da etkisiyle gözüm yürüyüş yolunun kenarındaki küçük çiçeklere takıldı. Hani şu nerdeyse bir mercimek büyüklüğündeki küçücük mavi çiçekler. İlk onlar çekti dikkatimi.
Sonra fark ettim ki yanında aynı büyüklükte ama biraz daha farklı yapıda mor renkli çiçekler, karahindibalar ve papatya benzeri sarı bir çiçek üzerinde bal yapmak için polen toplayan bir arı da var. Sonra düşündüm, acaba hayatın koşturmacası içinde fark etmeden yanından öylesine geçip gittiğimiz nice güzellikler var. Bir geç fark ettiğimiz ve elimizden kayıp giden güzellikler var ki onlar başka bir sohbetin konusu. Kitapla ilgili de söyleyecek çok şey var ama o da başka bir sohbete kalsın.
Selametle kendisini kendi bloğummuş gibi kullandığım sayın bir başkasının bloğu :)
Bu yorumu, sabah 05.27 de okudum ve oldukça hoşuma gitti. Hatta sonunda güldüm. Bu notu alıp tekrar uyudum, aklım başımdayken yanıt vereyim dedim.
SilÖncelikle teşekkür ederim, kıymet vermiş kitapların peşine düşmüşsünüz. Yetmemiş bir de onca uyku hücumuna meydan okumuş, yürüyerek okumuşsunuz.
Bazı kişiler, kişisel ilgi gerektiriyor. Mesela ben Hüseyin Rahmi'nin birçok eserini okumuşumdur. Hep de söylerim, yaşıyor olsaydı onunla çay içip uzun uzadıya sohbet etmeyi çok isterdim. Hatta iyi iki dost olmayı da çok isterdim.
Fakat başkaları ben kadar değer vermiyor olabilirler, bundan dolayı da başkalarına kızmam. Çünkü herkesin öncelikleri farklı. Herkes her şeye aynı oranda ilgi duymayabilir ve bu zerre garipsenecek bir şey değildir :)
Bugün aklıma bir soru takıldı. İnsanın biriyle dostluk kurması için o kişinin hayatta olması şart mı? Ya da biriyle sohbet etmek için yanında hazır bulunması? İnsan zihni bağzı imkansız gibi görünen arzuları mümkün kılmakta oldukça mahirdir.
YanıtlaSilEğer soruların muhattabı ben isem, hepsine ortak tek bir cevap verebilirim. İnsan zihni derin bir kuyu olsa da, ruhu güçlüdür. Bu da bireysel bir mesele.
SilBirini sevmek için hayatta olmasına gerek olmayabilir fakat dostluk nedir?
Sohbet, muhabbet, dertleşmek ya da eğlenmek tek başımıza da yapabileceğimiz bir şeyler ancak insan bazen bir sese de ihtiyaç duyuyor 😊
Bir de efenim sır mı desem yoksa yol mu desem, beni dostu olarak kabul eder mi bilmesemde ben dostum diyeceğim, sandalye çekip de karşısına oturup muhabbet etmemin, bana yol gösterip akıl vermesini istememin pek mümkün olmadığı bir dostum var mesela. Şimdi onu tanıdıktan sonra sohbetinden mahrum kalmak bir insana reva görülebilir mi? Karşısına geçip oturamadan da onun aklına, hayata bakış açısına ve ‘yağdan kıl çekercesine’ inanışına ihtiyaç duyduğum vakitler kendi iç sesimle onunla konuşur, onun söyleyeceklerime ne gibi karşılık vereceğini kestirmeye çalışır, tabiri caizse kendimle onun diliyle sohbet ederim. Akıllı insan işi gibi durmuyor belki ama bana bu şekilde yol gösterdiği az değildir. Kendisine bu vesileyle buradan bir kez daha saygı ve muhabbetimi iletmeyi de borç biliyorum efenim :) Bu ara da sizinle beraber onun da bayramının hayırlara vesile olması temennisiyle sözlerimi sonlandırıyorum.
SilFarklı bir tanım olmuş, açıkçası ne diyeceğimi de bilemedim. Tamlama gibi tanımları okurken ve anlarken biraz cümlenin başını kaçırdım. Cümleyi bölerek okuma ihtiyacı duydum bu da beni ilk felsefe kitabı okuduğum zamana götürdü. Ağlamıştım. Neyse konu dağılmasın..
SilDostunuza gelince, kendisini esefle kınıyorum, çünkü bunu yapmak şu an benim için çok kolay. Tanımadığım biri ve asla neden yaptığını bilmediğim şeyler için onu kınıyorum.
Geçmiş ve gelecek bayramlarınızı da tebrik ederim. Sözlerime son verirken de; 'akıllılar tehlikelidir, delilere güvenin..' sözünü ekleyim. Klişesiz bitmesin cümle..
Son cümle aklıma Elif Şebnem Akal’ın ‘çaya kaç şeker’ şiirini getirdi. Bilmiyorum daha önce tanışıklığınız oldu mu? Peşinen şuraya bırakayım efenim:
YanıtlaSilyalnızlığa dayanırım da, bir başınalığa asla
yaşlanmak hoş değil duvarlara baka, baka.
bir dost göz arayışıyla.
saat tıkırtısıyla...
korkmam, geçinip gideriz biz mutlulukla,
ama;
"günün aydın, akşamın iyi olsun" diyen biri olmalı.
bir telefon sesi çalmalı ara sıra da olsa kulağımda.
yoksa, zor değil,hiç zor değil,demli çayı bardakta
karıştırıp, bir başına yudumlamak doyasıya.
ama; "çaya kaç şeker alırsın?"
diye soran bir ses olmalı ya ara sıra...
Ne güzel yazmış, daha önce okumamıştım.. teşekkür ederim, tanıştığıma memnun oldum
Sil