Sevgili Hiç Kimse,
Seninle konuşmaya sanırım ihtiyacım var. Seninle, çünkü sen
benim hiçbir şeyimsin ve hiç kimsem de değilsin.
Eğer benim bir şeyim olmuş olsaydın, benim üzüldüğüm şeyler
seni üzebilirdi. Ya da sinirlenebilirdin. Ya da sen de benim kadar kırılırdın.
Ama şimdi, mesela şimdi seninle konuşsam ve her şeyi anlatsam dahi senin için
hiçbir şey ifade etmeyecek.
Çünkü sen hiç kimsesin.
Aslında düşününce her insanın bir hiç kimseye ihtiyacı
olabilir.
Ama hiç kimse öyle vasıfsız olmamalı. Yani belli özelliklere
sahip olmalı. Bir kere nasihat etmemeli, teselli vermemeli.
Bir şeyleri düzeltmeye çalışmamalı.
Duydukları onun için hiçbir anlama gelmemeli.
Sonra sabırlı olmalı. Bir insan bazen 3,5-5 saat falan
konuşabilir. Kesmeden dinlemek lazım. Kesmeden sözü, eğip bükmeden, altında
üstünde ne anlam var sormadan dinlemeli.
Zaten bir şey, bir insan için hiçbir anlama geliyorsa;
onunla alt yazılı konuşmaya yahut imada bulunmaya ne gerek var ki?
Bazı sofra bezleri, tabaklar vs var. Tek seferlik kullanım. Hiç
kimse de öyle olmalı.
Bir insan hiç kimseyle ikinci bir defa daha konuşmamalı.
Bağ kurmamalı mesela.
Neyse, benim en azından bir bloğum var; bana soru sormuyor,
her durumda ve her şartta beni dinliyor.
Benimle gözleri dolmuyor ama olsun..
Sevgili Hiç Kimse,
Ben bir şey yaptım, hani bir söz vardır ya; insanı hem
kendiyle yüzleştirir hem de bütün suçu üzerine almasına engel olur; ‘iğneyi
karşındakine, çuvaldızı kendine batır’ diye.
İşte ben bir şey yaptım, benim canımı en iyi kendimin
yakabileceğini biliyordum. Kendimden korktuğum kadar varmış. Ben iğneyi de
çuvaldızı da kendime batırdım.
Kalbimi elimin arasına aldım ve onu ezdim.
Gözümden tek damla yaş akmadı ama nefes de alamadım.
Daha önce hiç bu denli nefes darlığı yaşamamıştım.
Bu koskoca dünyada, hani herkesin sığdığı bu dünyada kendimi
ufacık yaptım.
Kendimi kendi ayaklarımın altında ezdim.
Kendimi hiç ettim.
Sonra ertesi gün oldu, ağlayamadım.
Bir daha güneş doğdu, gözlerim hep doldu, ama ağlayamadım.
Pişman mıyım? Bilmiyorum..
Ama sanki meydan okudum gibi hissettim. Sanki değil bence
kesin. Şöyle demek istiyordum ‘beni mi üzmek istiyorsunuz, kalbimi kırmak mı? Siz
kalbime nasıl varılır bilmiyorsunuz. Bilemezsiniz çünkü onu ben koruyorum. Ama işte
bu hançer (ooo çok arabesk oldu ama iyi gidiyorum) alır keserim damarımı, sizin
hiç bilmediğiniz zaaflarım ve zayıflıklarımdan vururum ben kendimi. Siz böyle
becerikli değilsiniz. Beni yıkamazsınız. Beni ben yıkarım, ben yaralarım. Sizin
yaralarınıza ben merhem sürerim ama beni ben yaralarsam hiçbiriniz merhem
olamazsınız.’
Yazarken bir daha kanadı yaralarım, onlar neydi diye
yazmayacağım.
Ama sevgili hiç kimse, eğer seni bir kere mahsus görseydim
mesela bir yerde; içimdeki her şeyi anlatırdım.
Yaralarımı da gösterirdim.
Bak bunları ben kendime hiç acımadan yaptım derdim.
Ertesi gün olduğunda Zeyneb’e anlattım, kendimi nasıl
yaraladığımı. Anlatmasam da bilir o. Ama üzülsün istemiyorum işte.
Anlatınca ağladı.
Bunu yapmaya hakkım yok.
Sen hiç kimse, eğer sen olsaydın; Zeyneb ağlamazdı.
Bu yazı çok uzadı. Hem de çok fazla..
Daha kötüsü henüz yazacaklarım bitmedi..
Ama devam da etmek istemiyorum. Belki çay iyi gelir. Bir de
Zeyneb’in yüzüne bakayım. O benim dostum.
Hoşça kal..
Hiç kimseler bu yüzden varlar. Yargılanma korkusu taşımadan düşüncelerini ifade edebilmek büyük bir ayrıcalık gerçekten. İnsan hiç kimseye ifade edebileceği(ya da etmek isteyeceği) hislere ve düşüncelere sahip olmayabiliyor. Yani bazen hiç kimseler bile çaresiz kalabilir bazı konularda.
YanıtlaSilHiç kimse'ler olmadığı için Zeyneb üzüldü. Olsaydı ya da olsalardı o kız o kadar üzülmezdi.
SilMesele yargılanma değil aslında, yani en azından benim bir şeyi hiç kimse'ye anlatma isteğim yargılanmamak ya da yargılanmak değil; onun için anlattıklarımın hiçbir değerinin, anlamının olmaması..
Dostlarım da beni yargılamadan dinlerler. Ama benim acıma benden çok yanarlar.
Öte yandan kimseye ifade edemeyecek olmanız durumunu anlayamadım; anlatacak bir şeyiniz mi yok kelimelere mi dökemiyorsunuz?
Bence üzülsün Zeyneb. Zaten bizim için üzülmeyecekse dostlarımız niye var? Sizi üzen meseleleri anlattığınızda bir başkasını üzmesini istemiyorsanız bir taşa ya da duvara falan anlatmak icap eder sanırım. Aksi halde bir çiçek bile üzüntüsünden solabilir bizi dinledikten sonra. Kim bilir belki taş bile çatlar.
YanıtlaSilSorunuza gelirsek, sabah sabah aklıma bir şeyler geldi ve içim sıkıldı bak. Şimdi bunları yazarken neden insanın başına üşüşür bu düşünceler? Üstelik gece de değil. Daha bir çok insan tatlı uykularından uyanıp sıcak yataklarından çıkmamışken benim zihnimde bir örümcek dolaşıyor sanki. Birisi ruhumu avuçlarının içine almışta tüm gücüyle sıkıyor sanki onu. Şimdi sabah sabah gidip kime anlatayım bunu?
Şükrü Bey'in Ömür Hanım'a sorduğu gibi; "Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından?" Duymasınlar da. Zamanla insan kendi sesini dinlemeye de alışıyor.
Dostlarımız bizim ağlama duvarlarımız değil, onlar dostlarımız. Dostluk ağlamakla doğru orantılı değil. Ve Zeyneb, üzülmesin neden üzülüyor ki? :)
SilŞahsım adına söyleyeyim dağlara taşlara anlattığımda derdimden çatlayacaklarını düşünmüyorum. Üzülsek, kederlensek de derttir; gelir ve geçer. Zaten her şey geçer. Öyle çok da şey yapmamak lazım.. :)
Demek ki anlatabiliyorsunuz, anlatabiliyorken anlatın. Yarınlar geç kalmakla meşhurdur. :)
Tamam sizin dostlarınız üzülmesin hiç. Benim dostlarım ise zaten üzülmez, vurdumduymazlar biraz :) Ama fikir olarak hala aynı yerdeyim, sevincine ortak olduğumuz gibi hüznüne de ortak olabilmeliyiz dostlarımızın.
YanıtlaSilDertler de dediğiniz gibi gelip geçer elbet. Dağa taşa anlatınca üzüntüsünden çatlamaz pek tabii. Zaten bizde öyle dertler nerde? Biz dertlerimizin edebiyatını yapmayı seviyoruz biraz.
"bir çiçek bile üzüntüsünden solabilir bizi dinledikten sonra" baksanıza kulağa hoş gelmiyor mu? :) Kendi sesini dinlemek böyle etkiler de bırakabiliyor insanda.
Benim yarınlarım geç kalmaktan ziyade acele etmekle meşhur maalesef :)
Bugün geçen güne nazaran kendimi daha bi gerçekçi buldum. Yazmak insanın kendine ayna tutması gibi.
Dostlarımız hem sevincimize hem hüznümüze ortaktırlar zaten. Demek istediğim sadece hüzün dostluklarımız olmasın..
SilAyrıca 'üzüntüsünden solan çiçek' kulağıma hiç hoş gelmedi aksine burnumu sızlattı, kalbimi acıttı. Neden dertlerimiz bir şeyleri soldursun, çürütsün ya da kırsın ki?
Dert dediğimiz nurlandıran, ışık saçan, kalbe inşirah üfleyen kıymetli bir şeydir..
O halde daha çok yazın, yazalım :)
Öyle midir gerçekten? Dertler gönlümüzü aydınlatır mı? Bizim dertlerimiz daha çok ruhumuzun karanlık tarafını besliyor gibi. Ama evet dediğiniz gibi olmalı. Bu konunun üzerine sayfalarca yazılabilir. Nasıl dertler edinmeliyiz ki onunla yolumuz aydınlansın ve Hakk'a yaklaştırsın bizi. Dertlerimiz arttıkça gönlümüz genişlesin ve sabrımız çoğalsın. Tam bir teslimiyetle onları kucaklayalım.
YanıtlaSilBir ara demli bir çay eşliğinde bu konu üzerine yazmam gerek.
Öylelermiş, arifler dertlerini lütuf bilip çoğalması için dualar ettiklerine göre; var demek ki bir bildikleri.. :) taşlara ve çiçeklere de değmiyorlar üstelik..
SilUmarım bizim için de öyle olur..
Çay iyidir, muhakkak yazmalısınız :)
evet bir taşın bile hakkına girmemek gerek, eyvallah.
YanıtlaSilYaygın bir söz vardır, 'Karıncayı bile incitmem deme! Bile'den incinir karınca' diye.. muhakkak duymuşsunuzdur :)
SilKendimi ana muhalefet gibi hissettim, rahat olalım lütfen. :)