Bir süredir yoldaydık…
Çok fazla azığımız yoktu
heybemizde, zaruri ihtiyaçlarımızı giderecek kadar ufak tefek eşyalar vardı
sadece. Yol uzun olduğu için çok yük edinerek yormak istemiyorduk kendimizi.
Onun yükü daha ağırdı, ama hiç şikayet etmezdi. Rahmanın Rahmetini taşıyan bir
tebessümü her zaman dururdu yüzünde. Ne kadar yorulursa yorulsun, asla düşmezdi
yüzü. Nice yollardan geçtik birlikte, hiç birinde şikayet ettiğine şahit
olmadım. Ona bakınca zorluklar birden kolaylık buluyordu. Gerçekten zor
yollardan geçmiştik. Bir köprü var ama oldukça zahmetli bir yerdi, bilmiyorum
neden sürekli bu tehlikeli köprüden geçmek zorunda kalıyorduk? Hem kapısını
açmak çok zordu hem de köprünün aşağısı derin bir uçurumdu…
Oradan hep korkuyordum…
Yolda yürümek, yolcu olmak öyle
sanıldığı gibi kolay değildi. Neyse ki yalnız değildim. Neyse ki her düştüğümde,
o elimden tutarak beni kaldırıyordu. Ve yine işte ulaşmıştık o tepeye. Ama bu
sefer biraz farklı bir hal vardı üzerinde. Yorulduğunu düşündüm. Neticede ben
azcık azığımla ne kadar yoruluyordum, oysa onun yükü benimkinden çok çok daha
fazla ağırdı. Bunlarla kendimi telkin etmeye çalışsam da içimi bir korku
sarmıştı itiraf etmek gerekirse. Sanki canım çekiliyor gibiydi, huzursuzdum.
Hayra yorarak devam ediyordum. Çok düşünceli görünüyordu.
Normalde bilirim yüzündeki bütün
çizgilerin anlamlarını. Kaşının üzerinde, alnının ortasındaki mesela, bir sır
almıştı. O emanetin izi o. Ama bu sefer farklı tanımadığım bir hal bu…
Hayr olsun…
Düşünceler içerisinde ilerlerken
yine geldik bu kapıya… Oysa kaç kere geçtik aynı köprüden neden yetmiyordu
bilmiyorum? Neden sürekli geçiyoruz buradan? Neyse ki yalnız değilim. O hep
benimle…
Derken bir şey oldu, durdu.
Başını kaldırmıyordu. Normalde yüzünde hep bir tebessüm vardır ama bu sefer
oldukça ciddi görünüyordu. Ben bir adım yaklaştım o iki adım uzaklaştı. Canım
acıyordu, ama muhakkak bir bildiği var diye bir adım atmaya daha cesaret
edemiyordum.
-
Neden
gitmiyoruz? Yoruldun mu? Dedim.
-
Hayır,
dedi. Sesi soğuk ve donuk, tebessümü iyice kaybolmuş. Bu ifadeleri tanımıyorum.
Allah’ım ne oluyor?
-
Bundan
sonra ben yokum, artık yalnızsın. Vakti geldi tek başına yürümelisin. Dedi bütün o donuk ifadelerle.
İnanamadım, şaka yapıyor olmalıydı.
Nasıl yürürüm? Yalnız başıma. Üstelik biliyor ben çok düşüyordum. Biliyor bu
yol çok tehlikeli, korkarım hem ben.
-
Beni
yalnız mı bırakacaksın? Ama bilmiyor musun ben çok düşüyorum? Dedim.
İçimdeki korku yerini yavaş yavaş
öfkeye bırakıyordu. Öte yandan kıyamıyor, yakıştıramıyordum. İçimdeki korku an
be an büyüyordu. Sanki bütün vücudumu makaslarla kesiyorlar gibi acı çekiyordum.
Yaklaşmak istedim, izin vermedi. Oysa bana kıyamazdı biliyorum, ama bu durum
bana çok yabancı. Ellerim titremeye, dizlerimin bağı çözülmeye başladı.
Hıçkırarak ağlıyor yalvarıyordum.
-
Ne olur,
ne olur bırakma beni. Korkuyorum ne olur bırakma. Yapamam ben sensiz ne olur
gitme.
Yüzünde hiç görmediğim kadar sert
bir ifade ile:
-
Anlamıyor
musun? Seni istemiyorum, seni sevmiyorum. Dedi.
Bu sözler gerçekten onun dilinden
mi düşüyordu? Çok şaşkındım. Birçok duyguyu aynı anda yaşıyordum. Yüzündeki o
soğuk hali içimde anlamadığım bir ateş yaktı. Evet bu tam anlamıyla bir ateşti.
Sanki ağzımı açtığımda tüm alemi yakacak gibi, o da aynı korku gibi, acı gibi
hızla büyüyordu. Allah’ın Rahman ismini
gördüğüm, sığındığım kalem yıkılıyor gibiydi.
Normalde hayatımda ne kadar büyük
bir sorunla karşılaşırsam karşılaşayım, hep o var diye rahatlardım. Sanki
Kur’an-ı Kerim’den vücut bulmuş bir ayet gibi, Allah ile aramdaki vesile gibi
huzur bulurdum. Ama şimdi sığındığım kalem yıkılıyor, sanki bir anda dünya
kocaman oluyor ve ben altında eziliyordum.
Gitti…
Arkasına bakmadan gitti…
O kadar ağladım ki, bu acının
beni öldüreceğini düşündüm. Yerimden kalkamadım. Ayaklarım beni taşımıyordu,
kalbimin üzerinde ağır bir taş var gibi hissediyordum. Canımdan can gidiyor,
bedenim boş bir çuval gibi olduğu yere yığılıp kalmıştı. Kahrolmak mı bu
bilmiyordum. Artık yalnızdım.
Ama düşerim ben biliyordum…
Üstelik bu köprünün altı büyük
bir uçurum, nerede sonlandığını hiç görmediğim kadar yüksekti.
Hem… Hem bende yükseklik korkusu
vardı.
Ahh… Beni bu kadar tanıdığı halde
nasıl oluyor da beni bu yolda bırakıyordu? Acı, öfke, korku, şaşkınlık hepsi
bir arada bir de içimde bilmediğim bir ateş…
-Bütün bunlarla nasıl başa çıkacağım?
-Ne olacak şimdi? Ne olacak Allah’ım? Neden benim ışığımı elimden aldın?
Gerçekten Allah alır mı? Hayır, kesinlikle benim günahlarımın tecellisi bu…
Hangi günahımın cezası bu bilmiyorum…
Bir süre sadece ağladım…
Hareketsiz bekledim, geri dönmesini ümit ediyordum. Halim kalmamıştı. Heybemde
ne var ne yok umurumda değildi. Etrafımda ne olduğu da beni ilgilendirmiyordu.
Akşam olmuş sabah olmuş önemsemiyordum. Bu şekilde sessizce ölürüm diye
düşündüm. O kadar çok ağlıyordum ki, çoğu zaman gözyaşlarım halsiz düşürdüğü
için yığılıp kalıyordum. Cennetten kovulmuş gibi hissediyordum. İsyan
etmiyordum ama harekete geçmek aklıma gelmiyordu. İmanı yanlış anlayan insanlar
gibi, kendimce tevekkül ettiğimi ve dua ile kaybettiğimin bana geri verilmesini
bekliyordum. Sonra heybem gözüme çarptı…
Onun hatıraları vardı içerisinde…
Birlikte topladıklarımız…
Belki kokusunu alırım diye hemen
yerimden kalktım ve heybemdekileri döktüm ortaya…
Çok bir şey yoktu. Ama olan her
şeyde o vardı. Onun sevgisini buldum, bu öfkemi dindiriyordu ama başka şeyler
de çıktı heybemden. Allah’a ümit etmeyi nasihat etmişti mesela bunu almışım
koymuşum heybeme…
Sonra sırlar vermişti bana, İmam
Hüseyin (a.s)’ı anlatmıştı, bunlarda vardı benimle. Sonra bir şişe su, tespih
ve bir de Kur’an-ı Kerim…
Kalk yerinden dedim… Kalk… O sana
dedi ki, “artık yalnız devam etmelisin” yani
hareket etmen gerekiyor…
Başka çarem yoktu, bu yolu
yürümem gerekiyordu.
Gücüm yoktu…
Ama kalkmalıydım…
-
Görelim
bakalım Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler dedim yine kendi kendime.
Ve açtım kapıyı yine bin bir
zahmetle… Artık daha çok kızıyordum ona, şu hale bak…
Neyse yol bu, muhakkak bitecekti…
Yürümeye başladım…
Defalarca düştüm, evet kızıyordum
bazen ona bazen kendime. Çünkü daha önce de hep aynı yerde düşmüştüm.
Ve yine derken köprünün bir
tarafı yıkıldı, ayağım kaydı yere düştüm. İçimdeki korkunun ismi sadece korku
değildi. Acı ve ıstırap, hasret ve özlem, korku ve öfke… Bütün ama bütün
duyguları bir arada yaşıyordum. Ne tek biri ne hepsi tamamen ama aynı anda… Ağlamaya başladım.
-
Gör
halimi, beni bırakıp gittin gör. Perişanım, darma dağınığım… Ama bu yol bitsin
bir çıkacağım senin karşına…
Umudum azalıyor gibiydi. O kadar
zavallı ve acizdim ki. Tam o sırada ne oldu bilmiyorum. Aklıma bir kere
düştüğümde beni kaldırmak için geldiğinde söylediği söz geldi
-
Kalkmak
istediğinde “Ya Ali” de
Sözünü dinledim…“Ya Ali” dediğimde basamaklar gibi olan,
bir yanı uçuruma düşmüş köprünün 3-4 basamağını aynı anda geçtim. Nasıl
olduğunu anlamamıştım. İlerlemeye başladım. İlerledikçe içimdeki öfke yerini
daha çok sevgiye bırakıyordu. Acı kendini Aşk ile takas ediyordu. Ne perişanlığım
kaldı. Ne acizliğim dışa vuruyordu. Ama sözüm azaldı, söylemek istediklerim var
ya onlar sanki eridi… Sözler içimden kanat çırptı, göklere doğru uçtu. Gökler derken,
ne kadar yakındık gökyüzüne, sanki yeryüzü ayaklarımızın altında gibiydi…
Sona doğru yaklaşıyordum… Köprü
de bitiyordu hamd olsun, gerçi artık bitmese de artık korkmuyordum. Etrafımın
ne kadar güzel olduğunu fark ettim. Köprü sanki bir merdiven gibi ilerledikçe
yükseliyormuş onu anlamıştım.
-
Buralar
ne kadar güzelmiş, sanki dünyanın üzerindeyim. Gökyüzü ve yeryüzü bir arada ama
yemyeşil… Allah’ım ne kadar güzel yaratmışsın…
Yolun sonuna geldim…
Etrafımı görmek için başımı
kaldırdım. O’nu gördüm…
Sanki işkence etmişler gibi
atmıştı rengi… Beni bekliyordu. Yanına gittim, yorgun gözleriyle bana baktı.
-
Canın çok
acıyor mu? Dedi
Tebessüm ettim, onu görünce acı
mı kalırdı?
-
Hayır,
ama sen iyi görünmüyorsun. Dedim
Yere baktı, ben benim imtihanım
bu sanıyordum. Ama aslında ondan habersizdim.
-
Yaşadığın
her şeyden haberim var. Biliyor musun? Düşmekten daha ağır olan, düşeni
gördüğün halde gidip onu kaldıramamak. Seni gördüğüm halde, seni kaldıramadım. Dedi
Merak ediyordum, dayanamadım:
-
Neden
beni bıraktın? Dedim
Çok soru sormak istemiyordum,
canı acıyor gibiydi.
-
Bu yolu
daha önce defalarca birlikte yürüdük, defalarca sana nerede ne olduğunu
anlattım, ama yanında ben varken sadece yürüyordun, ilerlemiyordun. Dikkatsiz
ve kör gibiydin. Eğer seninle gelmeye devam etsem, yürümelerin sadece
ayaklarının hareketi olarak kalacaktı. Oysa görmen gerekenler çok daha fazlaydı.
dedi
Söyledikleri zihnimde
aydınlanmalara sebep oluyordu, aynı zamanda ona öfkelendiğim zamanlar için
utanç duyuyordum. Nasıl bilmezdim, onun kendisinden çok beni düşündüğünü?
-
Beni sevmediğini
söyledin. Dedim ama aslında öğrenmek istediğim ondaki o ifadelerin ve
soğukluğun sebebini öğrenmekti.
Yutkundu, gözlerini yere dikti.
-
Evet,
dedi. Ve devam etti. Eğer sana karşı dik
durmamış olsaydım sen gitmek için kendindeki kudreti bulamayacaktın. Kabuğun
içindeki filizin çıkması için, kabuğun kırılması gerekir. Sendeki kabuğun da
kırılması gerekiyordu. Ve bunu yapmak bana düştü. Yürüdüğün yol hayatın gibidir. Defalarca yürüdüğün geçtiğin ama çoğu
zaman dikkatsizlik yüzünden kaçırdığın şeylerle doludur. Diğer taraftan yanında
birilerinin olması sana yardımcı değil, ilerlemeni engelliyordu. Çünkü iradeni
kullanmıyordun. Ümidinin Allah’a olması gerekiyordu. Resulullah (s.a.a) ve
Ehl-i beyt (a.s.)’in vesilesiyle kalkmalıydın. Allah’ın sende yaratmış
olduklarını görmen gerekiyordu. Ve şüphesiz her zorluktan sonra bir kolaylık
vardır. dedi
Zihnimde bütün parçalar tek tek
yerine oturuyordu. Bir anda başımı çevirdim etrafıma bakındım, çok güzel bir
yerdi burası. Söylediklerinin üzerine bir sözüm yoktu. Yolu yürümek, yolda
yürümek yol ne kadar güzel olursa olsun, farkına varmayanlar için bir ilerleme
değildi.
İnsanın en büyük savaşı içinde
kendisiyle yaptığı savaş, Resulullah (s.a.a) demiyor mu insanın nefsi ile
mücadelesi için “ Cihad-ı Ekber”
diye? Gerçekten öyle, bir ömür yaşıyoruz nefsimizle mücadele halinde. Ümidi
başka şeylere bağlıyor asıl amaçtan uzaklaşıyoruz. Yol arkadaşlarımızın ilim ve
irfanını kendimize nispet ederek, hatta daha ileri giderek onlar(mış) gibi
böbürlenerek yürüyoruz.
Oysa ne diyordu şair? "Burası dünya! Ne çok kıymetlendirdik.
Oysa bir tarla idi; ekip biçip gidecektik.." (Cahit Zarifoğlu)