İzleyiciler

23 Kasım 2017 Perşembe

Ben Ve O




Bir süredir yoldaydık…

Çok fazla azığımız yoktu heybemizde, zaruri ihtiyaçlarımızı giderecek kadar ufak tefek eşyalar vardı sadece. Yol uzun olduğu için çok yük edinerek yormak istemiyorduk kendimizi. Onun yükü daha ağırdı, ama hiç şikayet etmezdi. Rahmanın Rahmetini taşıyan bir tebessümü her zaman dururdu yüzünde. Ne kadar yorulursa yorulsun, asla düşmezdi yüzü. Nice yollardan geçtik birlikte, hiç birinde şikayet ettiğine şahit olmadım. Ona bakınca zorluklar birden kolaylık buluyordu. Gerçekten zor yollardan geçmiştik. Bir köprü var ama oldukça zahmetli bir yerdi, bilmiyorum neden sürekli bu tehlikeli köprüden geçmek zorunda kalıyorduk? Hem kapısını açmak çok zordu hem de köprünün aşağısı derin bir uçurumdu…

Oradan hep korkuyordum…

Yolda yürümek, yolcu olmak öyle sanıldığı gibi kolay değildi. Neyse ki yalnız değildim. Neyse ki her düştüğümde, o elimden tutarak beni kaldırıyordu. Ve yine işte ulaşmıştık o tepeye. Ama bu sefer biraz farklı bir hal vardı üzerinde. Yorulduğunu düşündüm. Neticede ben azcık azığımla ne kadar yoruluyordum, oysa onun yükü benimkinden çok çok daha fazla ağırdı. Bunlarla kendimi telkin etmeye çalışsam da içimi bir korku sarmıştı itiraf etmek gerekirse. Sanki canım çekiliyor gibiydi, huzursuzdum. Hayra yorarak devam ediyordum. Çok düşünceli görünüyordu.

Normalde bilirim yüzündeki bütün çizgilerin anlamlarını. Kaşının üzerinde, alnının ortasındaki mesela, bir sır almıştı. O emanetin izi o. Ama bu sefer farklı tanımadığım bir hal bu…

Hayr olsun…

Düşünceler içerisinde ilerlerken yine geldik bu kapıya… Oysa kaç kere geçtik aynı köprüden neden yetmiyordu bilmiyorum? Neden sürekli geçiyoruz buradan? Neyse ki yalnız değilim. O hep benimle…

Derken bir şey oldu, durdu. Başını kaldırmıyordu. Normalde yüzünde hep bir tebessüm vardır ama bu sefer oldukça ciddi görünüyordu. Ben bir adım yaklaştım o iki adım uzaklaştı. Canım acıyordu, ama muhakkak bir bildiği var diye bir adım atmaya daha cesaret edemiyordum.

-          Neden gitmiyoruz? Yoruldun mu? Dedim.

-          Hayır, dedi. Sesi soğuk ve donuk, tebessümü iyice kaybolmuş. Bu ifadeleri tanımıyorum. Allah’ım ne oluyor?

-          Bundan sonra ben yokum, artık yalnızsın. Vakti geldi tek başına yürümelisin.  Dedi bütün o donuk ifadelerle.

İnanamadım, şaka yapıyor olmalıydı. Nasıl yürürüm? Yalnız başıma. Üstelik biliyor ben çok düşüyordum. Biliyor bu yol çok tehlikeli, korkarım hem ben.

-          Beni yalnız mı bırakacaksın? Ama bilmiyor musun ben çok düşüyorum? Dedim.
İçimdeki korku yerini yavaş yavaş öfkeye bırakıyordu. Öte yandan kıyamıyor, yakıştıramıyordum. İçimdeki korku an be an büyüyordu. Sanki bütün vücudumu makaslarla kesiyorlar gibi acı çekiyordum. Yaklaşmak istedim, izin vermedi. Oysa bana kıyamazdı biliyorum, ama bu durum bana çok yabancı. Ellerim titremeye, dizlerimin bağı çözülmeye başladı. Hıçkırarak ağlıyor yalvarıyordum.

-          Ne olur, ne olur bırakma beni. Korkuyorum ne olur bırakma. Yapamam ben sensiz ne olur gitme.

Yüzünde hiç görmediğim kadar sert bir ifade ile:

-          Anlamıyor musun? Seni istemiyorum, seni sevmiyorum. Dedi.

Bu sözler gerçekten onun dilinden mi düşüyordu? Çok şaşkındım. Birçok duyguyu aynı anda yaşıyordum. Yüzündeki o soğuk hali içimde anlamadığım bir ateş yaktı. Evet bu tam anlamıyla bir ateşti. Sanki ağzımı açtığımda tüm alemi yakacak gibi, o da aynı korku gibi, acı gibi hızla büyüyordu.  Allah’ın Rahman ismini gördüğüm, sığındığım kalem yıkılıyor gibiydi.

Normalde hayatımda ne kadar büyük bir sorunla karşılaşırsam karşılaşayım, hep o var diye rahatlardım. Sanki Kur’an-ı Kerim’den vücut bulmuş bir ayet gibi, Allah ile aramdaki vesile gibi huzur bulurdum. Ama şimdi sığındığım kalem yıkılıyor, sanki bir anda dünya kocaman oluyor ve ben altında eziliyordum.  

Gitti…

Arkasına bakmadan gitti…

O kadar ağladım ki, bu acının beni öldüreceğini düşündüm. Yerimden kalkamadım. Ayaklarım beni taşımıyordu, kalbimin üzerinde ağır bir taş var gibi hissediyordum. Canımdan can gidiyor, bedenim boş bir çuval gibi olduğu yere yığılıp kalmıştı. Kahrolmak mı bu bilmiyordum. Artık yalnızdım.

Ama düşerim ben biliyordum…

Üstelik bu köprünün altı büyük bir uçurum, nerede sonlandığını hiç görmediğim kadar yüksekti.

Hem… Hem bende yükseklik korkusu vardı.

Ahh… Beni bu kadar tanıdığı halde nasıl oluyor da beni bu yolda bırakıyordu? Acı, öfke, korku, şaşkınlık hepsi bir arada bir de içimde bilmediğim bir ateş…

-Bütün bunlarla nasıl başa çıkacağım?

-Ne olacak şimdi? Ne olacak Allah’ım? Neden benim ışığımı elimden aldın? Gerçekten Allah alır mı? Hayır, kesinlikle benim günahlarımın tecellisi bu… Hangi günahımın cezası bu bilmiyorum…

Bir süre sadece ağladım… Hareketsiz bekledim, geri dönmesini ümit ediyordum. Halim kalmamıştı. Heybemde ne var ne yok umurumda değildi. Etrafımda ne olduğu da beni ilgilendirmiyordu. Akşam olmuş sabah olmuş önemsemiyordum. Bu şekilde sessizce ölürüm diye düşündüm. O kadar çok ağlıyordum ki, çoğu zaman gözyaşlarım halsiz düşürdüğü için yığılıp kalıyordum. Cennetten kovulmuş gibi hissediyordum. İsyan etmiyordum ama harekete geçmek aklıma gelmiyordu. İmanı yanlış anlayan insanlar gibi, kendimce tevekkül ettiğimi ve dua ile kaybettiğimin bana geri verilmesini bekliyordum. Sonra heybem gözüme çarptı…

Onun hatıraları vardı içerisinde…

Birlikte topladıklarımız…

Belki kokusunu alırım diye hemen yerimden kalktım ve heybemdekileri döktüm ortaya…

Çok bir şey yoktu. Ama olan her şeyde o vardı. Onun sevgisini buldum, bu öfkemi dindiriyordu ama başka şeyler de çıktı heybemden. Allah’a ümit etmeyi nasihat etmişti mesela bunu almışım koymuşum heybeme…

Sonra sırlar vermişti bana, İmam Hüseyin (a.s)’ı anlatmıştı, bunlarda vardı benimle. Sonra bir şişe su, tespih ve bir de Kur’an-ı Kerim…

Kalk yerinden dedim… Kalk… O sana dedi ki, “artık yalnız devam etmelisin” yani hareket etmen gerekiyor…

Başka çarem yoktu, bu yolu yürümem gerekiyordu.

Gücüm yoktu…

Ama kalkmalıydım…

-          Görelim bakalım Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler dedim yine kendi kendime.
Ve açtım kapıyı yine bin bir zahmetle… Artık daha çok kızıyordum ona, şu hale bak…
Neyse yol bu, muhakkak bitecekti… Yürümeye başladım…

Defalarca düştüm, evet kızıyordum bazen ona bazen kendime. Çünkü daha önce de hep aynı yerde düşmüştüm.

Ve yine derken köprünün bir tarafı yıkıldı, ayağım kaydı yere düştüm. İçimdeki korkunun ismi sadece korku değildi. Acı ve ıstırap, hasret ve özlem, korku ve öfke… Bütün ama bütün duyguları bir arada yaşıyordum. Ne tek biri ne hepsi tamamen ama aynı anda…  Ağlamaya başladım.

-          Gör halimi, beni bırakıp gittin gör. Perişanım, darma dağınığım… Ama bu yol bitsin bir çıkacağım senin karşına…

Umudum azalıyor gibiydi. O kadar zavallı ve acizdim ki. Tam o sırada ne oldu bilmiyorum. Aklıma bir kere düştüğümde beni kaldırmak için geldiğinde söylediği söz geldi

-          Kalkmak istediğinde “Ya Ali” de

Sözünü dinledim…“Ya Ali” dediğimde basamaklar gibi olan, bir yanı uçuruma düşmüş köprünün 3-4 basamağını aynı anda geçtim. Nasıl olduğunu anlamamıştım. İlerlemeye başladım. İlerledikçe içimdeki öfke yerini daha çok sevgiye bırakıyordu. Acı kendini Aşk ile takas ediyordu. Ne perişanlığım kaldı. Ne acizliğim dışa vuruyordu. Ama sözüm azaldı, söylemek istediklerim var ya onlar sanki eridi… Sözler içimden kanat çırptı, göklere doğru uçtu. Gökler derken, ne kadar yakındık gökyüzüne, sanki yeryüzü ayaklarımızın altında gibiydi…

Sona doğru yaklaşıyordum… Köprü de bitiyordu hamd olsun, gerçi artık bitmese de artık korkmuyordum. Etrafımın ne kadar güzel olduğunu fark ettim. Köprü sanki bir merdiven gibi ilerledikçe yükseliyormuş onu anlamıştım.

-          Buralar ne kadar güzelmiş, sanki dünyanın üzerindeyim. Gökyüzü ve yeryüzü bir arada ama yemyeşil… Allah’ım ne kadar güzel yaratmışsın…

Yolun sonuna geldim…

Etrafımı görmek için başımı kaldırdım. O’nu gördüm…

Sanki işkence etmişler gibi atmıştı rengi… Beni bekliyordu. Yanına gittim, yorgun gözleriyle bana baktı.
-          Canın çok acıyor mu? Dedi

Tebessüm ettim, onu görünce acı mı kalırdı?

-          Hayır, ama sen iyi görünmüyorsun. Dedim

Yere baktı, ben benim imtihanım bu sanıyordum. Ama aslında ondan habersizdim.

-          Yaşadığın her şeyden haberim var. Biliyor musun? Düşmekten daha ağır olan, düşeni gördüğün halde gidip onu kaldıramamak. Seni gördüğüm halde, seni kaldıramadım.   Dedi

Merak ediyordum, dayanamadım:

-          Neden beni bıraktın? Dedim

Çok soru sormak istemiyordum, canı acıyor gibiydi.

-          Bu yolu daha önce defalarca birlikte yürüdük, defalarca sana nerede ne olduğunu anlattım, ama yanında ben varken sadece yürüyordun, ilerlemiyordun. Dikkatsiz ve kör gibiydin. Eğer seninle gelmeye devam etsem, yürümelerin sadece ayaklarının hareketi olarak kalacaktı. Oysa görmen gerekenler çok daha fazlaydı. dedi

Söyledikleri zihnimde aydınlanmalara sebep oluyordu, aynı zamanda ona öfkelendiğim zamanlar için utanç duyuyordum. Nasıl bilmezdim, onun kendisinden çok beni düşündüğünü?

-          Beni sevmediğini söyledin. Dedim ama aslında öğrenmek istediğim ondaki o ifadelerin ve soğukluğun sebebini öğrenmekti.

Yutkundu, gözlerini yere dikti.

-          Evet, dedi. Ve devam etti. Eğer sana karşı dik durmamış olsaydım sen gitmek için kendindeki kudreti bulamayacaktın. Kabuğun içindeki filizin çıkması için, kabuğun kırılması gerekir. Sendeki kabuğun da kırılması gerekiyordu. Ve bunu yapmak bana düştü. Yürüdüğün yol hayatın gibidir. Defalarca yürüdüğün geçtiğin ama çoğu zaman dikkatsizlik yüzünden kaçırdığın şeylerle doludur. Diğer taraftan yanında birilerinin olması sana yardımcı değil, ilerlemeni engelliyordu. Çünkü iradeni kullanmıyordun. Ümidinin Allah’a olması gerekiyordu. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i beyt (a.s.)’in vesilesiyle kalkmalıydın. Allah’ın sende yaratmış olduklarını görmen gerekiyordu. Ve şüphesiz her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. dedi

Zihnimde bütün parçalar tek tek yerine oturuyordu. Bir anda başımı çevirdim etrafıma bakındım, çok güzel bir yerdi burası. Söylediklerinin üzerine bir sözüm yoktu. Yolu yürümek, yolda yürümek yol ne kadar güzel olursa olsun, farkına varmayanlar için bir ilerleme değildi.

İnsanın en büyük savaşı içinde kendisiyle yaptığı savaş, Resulullah (s.a.a) demiyor mu insanın nefsi ile mücadelesi için “ Cihad-ı Ekber” diye? Gerçekten öyle, bir ömür yaşıyoruz nefsimizle mücadele halinde. Ümidi başka şeylere bağlıyor asıl amaçtan uzaklaşıyoruz. Yol arkadaşlarımızın ilim ve irfanını kendimize nispet ederek, hatta daha ileri giderek onlar(mış) gibi böbürlenerek yürüyoruz.


Oysa ne diyordu şair? "Burası dünya! Ne çok kıymetlendirdik. Oysa bir tarla idi; ekip biçip gidecektik.." (Cahit Zarifoğlu) 

11 Eylül 2017 Pazartesi

Kalbim Ağrıyor Anne...



Kalbim ağrıyor anne..
Bazı şeyler ağırıma gidiyor. Bazen çok canım acıyor. Bazen bazı şeyler yük oluyor, sonra omuzlarım ağrıyor anne..
Güçsüz kalıyorum, dizimde derman kalmıyor, bazen anne bazen taşıyamıyorum.
Konuşamıyorum dilim ağrıyor anne, sözlerim ağrıyor. Bağırsam da zaten kimse duymuyor, insanların kulakları da ağrıyor galiba anne…
Canım acıyor anne..
Çok acıyor, ama merhem bulamıyorum. Nasıl kapatacağım bu yarayı? Derman nerede bilemiyorum.
Kendimi sorguluyorum.
Sorguladıkça kendimde boğuluyorum, yüzme bilmiyorum anne. Boğuldukça batıyorum. Öyle özlü sözlerdeki gibi en dibi görünce daha aşağısına düşmemezlik olmuyor. Bunu dibe batanlar iyi bilir. Ben de biliyorum anne…
Zaman geçtikçe iyi olmuyor bazı şeyler. Artık kendime teselli bulmakta zorlanıyorum anne. Konuşamamak, bilmiyorum anne.
Hem zaten insanı asıl gerileten şey aynı yerde kalması değil mi? Durduğum yerdeyim ama sürekli kayboluyorum anne.
Kendimden uzağa mı düştüm bilmiyorum…
Bunları okumadığın için şanslı hissediyorum kendimi. Okusan çok üzülürsün çünkü biliyorum.
Bir de çok seviyorum anne, en çok bunu söyleyemiyorum. En çok bunu saklamak yoruyor beni biliyorum. Üzerini örttükçe örtüyorum.
Kendi kendime bir girdaptayım. Kendi girdabımda kendim boğuluyorum. Kendi yasımı kendim tutuyorum anne…
Kış geliyor, çok üşüyorum anne ben. Ama çok üşüyorum. O kadar üşüyorum ki içim buz tutmuş gibi…
Ama kalbim öyle değil, o üşüdükçe yanıyor gibi…
Ben donuyorum ama o yanıyor gibi anne….

Bir de işte… Ağrıyor… 

19 Ağustos 2017 Cumartesi

Elbette O Yâr'in Halimden Haberi Var...




Aşıklar bilirler bu hikayeyi, saymaz Aşık Sevgili için verdiğini, doymaz gözü söz konusu Maşuk ise...

Bir gün bir derviş eline almış tespihini gezerken genç bir hanım ile karşılaşır, genç hanımın kucağında bir

şeyler vardır, yanına yaklaşır ve sorar:

-Nedir o kucağındakiler?

Genç hanım cevap verir:

-Şu tepenin ardında sevdiğim var ona meyve götürüyorum.

Derviş mağrur sorar zikirlerini hesap ederek:

-Kaç tane meyve var neler götürüyorsun?

Genç hanımın yüzü asılır, öfkeyle cevap verir:

-İnsan hiç sayar mı sevdiğine ettiklerini...

Derviş utanır ve tespihini kırar, insan hiç sayar mı Sevgili'ye ettiğini...

Aşığın Maşuğuna iştiyakı cezb eder melekleri gökte

Bir görseler o gamzeyi secde ederler göklerde bile

Herkes ihramı bir kumaş sanar bürünür Hacc diye

Ben Sen'i tavaf edince derler delirmiş acıyın haline

Bilmezler ey Sevda'M Sen benim Hacc'ıMsın

Namaza durduğumda İkame'M, Tekbiret'ul ihram'ıMsın

Gaye Sen'sen Kâ'be bahane

Secdeye Sen diye gitmiyorsam secdem riyahane

Bir kere gül şimdi, kıskansın melekler

Bir de nazar et açılsın cennetler ....


27 Haziran 2017 Salı

İlahlık kavgasında, sevgisizlik



Evet, yeni bir yazı yazmamın zamanı gelmiş belli ki. Bunu nasıl mı anlıyorum? Kendi kendime konuşmalarım çoğaldı. Belli ki yine dolmuşum.
Bu sefer biraz öfke, biraz kırgınlık, biraz farkındalıkla dolu içim.
Üzgünüm her şey için, bu yazdıklarımın sorumlusu tamamen kendimim.
Önce neye kızdığımı anlatmak istiyorum ama ahh toparlayamıyorum cümlelerimi. Yine de bu gece uykuya dalmadan önce bu öfke içimde olmayacak onu biliyorum. Öfkeyi hiç yakıştıramam kendime. Çok naif bir ruhum olduğundan değil, kendi öfkemden korktuğumdan, o sıra beynim biraz farklı çalışıyor.
Neyse yeteri kadar dağınığım zaten daha fazla dağılmak istemiyorum. Bu arada zor da olsa öğrendiğim bir şey var. Evet, bunu yapmaya başladım. Artık sinirli olduğum zamanlarda karar almıyorum. Bir şey yapmıyorum yani. Sakinleşmeyi bekliyorum.
Bugün fark ettiğim bir şeyden başlayayım (kaç satır oldu ama ben yeni başlıyorum). Fark ettiğim beni biraz sinirlendirdi. İnsanların bencil duygularına köle aradığını söyleyen Şems, şimdilerde yaşıyor olsaydı ne derdi acaba? Artık insanlar sanki İlahlık yarışları içerisine giriyor. Affedemiyorum, kendine bunu layık gören kimseyi affedemiyorum.
İnsanın birini sevmesinin aslında kendini sevmesiyle doğru orantılı olduğunu öğrendiğimde üzülmüştüm. Ama kabullenmek zor olmadı, huzur ve refah içinde yaşamayı kendine layık gören zat tabii ki kendisi için en rahat hayatı sunanı sevecekti. Fazlasını düşünerek ben biraz saflık etmişim. Bunu anlamam yıllarımı aldı evet.
Önce birini taparcasına sevmeyi anlayamıyordum. Her şeyiyle kendinin farklı bir kopyası olan insana bir insan nasıl bu kadar teslim olur diyordum. Hatta bu teslimiyetin Rabb’e döndüğünü düşündüğümde bir hayli heyecanlandığım da doğrudur. Sonra yavaş yavaş işte zaman geçtikçe bu düşüncem ters yüz oldu. İnsan aslında kimseyi putlaştırmıyordu, kendinden başka.
Hatalarla doluyuz ama yuvarlandığımızın farkında değiliz işte.
Evet, insan aslında kendini ilahlaştırıyordu, aslında kendine tapıyordu. Kendine layık gördüğü ve görmediği şeyler vardı. Kendine bir makam tayin etmiş, bir saltanat kurmuş, başkalarının onu tavaf etmesini, onun hizmetine girmesini arzu ediyordu. Kendi kendine bir cennet ve cehennemi de vardı tabi olmaz mı?
Sevdiklerine gönlünü açıyor sonuna kadar onun için fedakarlık (!) yaparken, sevmediklerini kendine göre hidayet etmeye çalışıyor, hidayet olmayanı gönlünden çıkarıyordu. Bu da cehennemdi.
Sanki pazardan portakal alıyoruz. Bunları yazarken kanıma dokunuyor. Sevgiyi nasıl da sergi malzemesi haline getirmişiz.
Bu bir kenarda dursun bir de Aşk, Sevgi iyi-kötü tartışmaları dönüyor. Ne saçma!!!
Ama herkes her şeyi biliyor, çünkü bilmiyoruz, bu ilahlık savaşı. En büyük olan kazanacak.
Tabi bir de Allah’ı kendine göre uyarlangiller var, yani şu duam kabul olsun bunun duası kabul olmasın, şunun belası verilsin bu çirkinleşsin.
Yeter ya, vallahi yeter.
Ne kadar itici ne kadar incitici olduklarının nasıl bu kadar farkında olmazlar?
Bir de şey var, neyse…
Ortalık putlarla, sahte ilahlarla dolu ama gram sevgi yok. Hani kendimiz için seviyorduk ne oldu? Yetmiyor değil mi? Yetmez, hiç yetmedi. 124 bin Peygamber, 12 imam geldi yetmedi. Yetmez biliyorum.
Neyse yine sinirlendim. Herkesin her şeyi bildiği bir dünya da hiçbir şey bilmediğim için şükürler olsun…


4 Mayıs 2017 Perşembe

Beni En Çok Annem Sevdi




Beni en çok annem sevdi
Diğerleri ondan sonra geldi…

Evet, bu doğru. Beni en çok annem sevdi. Herkesin öyledir diyenler olabilir ama öyle değil işte. Bunu anlamak için illa bir şeyler yaşanmalı mıydı bilmiyorum. Gerekliymiş demek ki.

Dünden beri aynı sözler dolaşıyor içimde. Kelimeler, cümleler, söylemek istediklerimin yığıldığı içimde. İçimde bir omuz da yok ama taşıyor işte. Hep taşımıştır biliyorum yine taşıyacak. Ama bu beni yazmaktan alıkoymayacak. Bu sefer susmak istemiyorum. İçimde bir gök var sanki kara bulutlarla dolu bir gök. Yağmur berekettir değil mi? Belki sözler de yağmur niteliğini taşır bu sefer…

Çok uzun zaman oldu konuşmayalı. Anlatmayalı ne kadar oldu bilmiyorum. Ama konuşmayalı çok oldu. Hele kelimelerle konuşmayalı…

Evet, annemden başlayıp mevzu yine gidiyor kafasına göre ama öyle değil işte. Hani öğretmiştir büyüklerimiz bize, “Allah annenize kendi sevgisinden toplu iğne başı kadar vermiştir” diye. Bu hadis mi bilmiyorum. Hiç araştırma ihtiyacı duymadım. Çünkü her zerreme kadar hissediyorum. Bu sevginin başka bir açıklaması olamaz.

Evet, anneler Allah’ın verdiği sevgiyle severler evlatlarını.  Aksi halde nasıl taşıyabilirler vampir gibi bütün kanını emen o canlıyı? Şahsen tercih edilse mesela, ben beni taşımazdım annemin karnında. Hamileliği zor geçmese de doğumum bir hayli zor olmuş, ben biraz esprili anlatsam da annem beni doğurduğu için baya sıkıntı çekmiş. Buna rağmen seviyor beni, hem de öyle böyle değil.

Örneğin günahlarımı affedebiliyor, “sen böyle yapmıştın” deyip yüzüme vurmuyor. Hatalarımı deşifre etmiyor, dedektif gibi nerede kiminle ne yapmışım soruşturmuyor. Ve bütün bunlara rağmen beni seviyor. Hangi dost, eş, arkadaş hatta ve hatta kardeş bu kadar derin bir sevgiye sahip ki?

Çok üzgündüm bir gün ve öfkeli, canım çok yanıyordu, her şey üst üste gelmiş, hepsi üstüme üstüme geliyordu. Ağlamıyordum ama öfkemden korkacağım kadar benliğimi sarmıştı. Şu yaşıma kadar o gün hissettiğim öfkeyi hissetmedim kendimde. Canım çok yanıyordu. Annem… Korkmuştu. Yanıma gelip soru soramıyor ama uzakta kalmaya gönlü el vermiyordu. Yavaşça yaklaştı,

“çok kalmayacağım ama ne olur kapın açık kalsın” dedi. Anlamadım neden bunu yaptığını ama o an bunu düşünecek durumda değildim. Kapıyı açık bıraktı çıktı. Zaman ilerledikçe sakinleşiyordum, sakinlik bende gözyaşına sebep oluyordu. Ağlamaya başlamıştım. Annem dayanamadı, belli ki kapının önünde bekliyordu. Hemen yanıma geldi, dizimin ucuna oturdu ben sandalye de oturuyordum, yere oturdu. Ona baktım, elleri titreyerek gözümün yaşını sildi.

“ben” dedi, sesi de elleri gibi titriyordu. “ben seni üzülesin diye doğurmadım” beynimden vurulmuş gibi oldum, anneme ne yapıyordum böyle. Devam etti,

“canının çok acıdığını biliyorum, nedenini değil ama üzgün olduğunu biliyorum, ben sizi gözünüzün içine bakarak büyüttüm, anlatmadıklarınızı da bilirim. Anlatma ama ne olur artık üzülme”

Ne yapıyordum gerçekten, gözyaşlarımı hemen sildim. Annemi yerden kaldırdım. Sarıldım ve konuşmadık, o da ben de bir şey söylemedik. Ama bir daha öyle bir şey yaşamadık. Hep merak etmişimdir, anneme de sorardım beni neden sevdiğini. Tamam, kötü bir insan değilim, ama onun çocuğu olmasaydım, bana kendi canından vermeseydi yine böyle sever miydi? Sonra anladım kimse onun gibi sevemez.

Şimdi ne zaman ruhsal buhranlara girsem, günaha girsem, acı çeksem anneme sarılıyorum. O Allah’ın bana olan sevgisine sahip bunu biliyorum. Ve bu da parantez içi olarak dursun burada, annemin sevgisi ile hep Allah’ın beni ne kadar sevdiğini tahayyül etmeye çalışıyorum.

Anneme “anne, ben çok büyük bir günaha girsem, ama çok pişman olsam beni affeder misin?” diye sormuştum, ikinci defa düşünmeden “tabi ki” dedi. “Peki, anne pişman olmasam ve günahımda ısrarcı olsam yine affeder misin?” yüzüme baktı, gözleri doldu elini ağzıma kapattı.

Ama ondan sonra işte. İnsanlar âlemine karışınca, yani annemin dizinin dibi sınırlarından uzaklaşınca, insanların karanlık gölgeleri…

Herkes bir değil muhakkak, ama ne zaman bir insan görsem canı yanan, annemle yaşadıklarım aklıma gelir. O da bir annenin evladı, ne fark eder cinsiyeti? Canı yanan insanların hepsi eşit değil mi? Herkesin gözyaşı renksiz değil mi? Acının çoğu azı ne fark eder, dünya gerçekten bir anneyi üzmekten daha mı kıymetli?

Evlat anne-babaya emanet derler ama bence onlar bize emanet. Keşke gerçekten elimde olsa da gençliğim, ömrüm onların olabilse. Annem annem dediysem, babam da başkadır. Başka bir sırdır o da gönlümde J

Çok konuşmadan, demem o ki beni ilk ve en çok annem sevdi, diğerlerinin hepsi ondan sonra geldi.

13 Nisan 2017 Perşembe

İtiraf....


Turkuaz mavisiydi gök. Güneş çoktan batmıştı ama maviydi işte gök, kızıl olması gerekmez miydi oysa?  Ama gördüm maviydi…
Yalnızdım, hava hafif serin ama bahar işte, yaza doğru gittiğimiz ne çok belli. Bugünlerde bir hallerdeyim bende. Ya kırılacak bir parçam olmayacak kadar kırgınım ya da umursamaz biri oldum. Bilmiyorum.
İçimle içimden kendi kendime hayaller kuruyorum. Ama öyle gözlerim uzaklara dalarak değil, mesela yeni fark ettim ben bir tek uyuyacağım zaman hayallere dalıyorum. Kendime masallar okuyorum yani. Bir gün gerçekleşmesi için değil, sadece kendimi uyutmak için.
Turkuaz mavisinde geldiğim yere bak: hayaller…
Bazen bence herkese oluyordur. Böyle bir sızı hali, anlatayım mı anlatmalı mıyım bilmiyorum. İçimde dağlar kadar söz var ama nedense konuşmak istememe arzusu ile birlikte.
Yorgunluktan mı ki?
Yalnızım…
Evet, genelde hep öyle olmuştur zaten. Bazen hakkımda bir şeyler geliyor kulağıma, bazen sanki dünya oturuyor omuzlarıma, bazen anlamsız sıkıntılar boğuyor beni. Önce sağıma, sonra soluma, sonra önüme ve ardından arkama bakıyorum diyorum “işte yine başlıyoruz”  
Bu şekilde ölüp gideceğim bu dünyadan. İçimdekilerle gömecekler beni bir gün. Ne olacak sonra bilmiyorum. Aslında çok merak ediyorum öldükten sonra ne oluyor? Yoo kabir de değil, oraya neyle gidersem onu göreceğim ama dünya ne olacak?
Biliyorum ben ölünce dünya ölmeyecek. O halde neden bu kadar omuzlarımda taşıyorum ben dünya hamalı mıyım?
Yorgunum aslında, içimde yorgunum. Susup durduklarım ve konuştuklarımın yorgunum. Ve işte yıllarımın itirafı: Çok Kırgınım…
Ne fark ediyor ki bir silah ya da bir sözle insanı vurmak?
Ne ilginç…
Tek bir insanın sözü sizi bütün âleme kapatabiliyor. Tek bir sözle herkese küstürebiliyor. Ne sözmüş mübarek sanki bir bıçak canımı kesiyor.
Görüyorsun değil mi turkuaz mavisi, senden başlayıp buralara kadar geldim. İşte böyle oluyor hep. Nereden nasıl başladığımı bilmeden yola çıkıyor sonra öyle böyle yol alıyorum.
Doğru yanlış…
O değil de, içimde bir şey var sanki bütün Sezen Aksu şarkıları genzime dolmuş, sanki nefes almamı engelliyorlar gibi. Bir de burnumda ince bir sızı, onun ismi de; dokunsan ağlarım.
Şu göz yaşını da hiç anlamış değilim…

Neyse…

10 Ocak 2017 Salı

Çocukluğum'a Doğru


Gece saat 04.19. Herkes derin uykuda. Ben de kendimle konuşuyorum yalnız başıma. Duvarlar var bir de siyah işte.

Her yer karanlık... Çocukluğumu anlatıyorum kendime, hayallerimi, düşlerimi, gördüklerimi ve görmeyi beklediklerimi. Şimdilerde Kuzey ışıklarını çok merak etsem de küçükken benim için lunaparktaki ışıklar kadar hiç bir ışık güzel değildi.

Yalnızlıktan çocukken de korkmuyordum ama içim hep burkuluyordu işte...
Lunaparklar dedim ve hayallerim. Ben en çok akülü araba isterdim... Bilmem nedendir ama kontrol edemediğim bir hız tutkusu var içimde.

Öyle ağır aksak ilerleyen atlıkarıncalar beni hiç cezp etmezdi istediği kadar ışıkları rengârenk olsun. Çarpışan araba büyüdükten sonra keyif vermeye başladı ama hız treni benim için bir tutku. Yazarken dahi heyecanlanıyorum. Yüksekten korkarım o yüzden dönme dolap mevzularına hiç girmeyeceğim.
Çocukken hatırlıyorum rüyamda dahi araba görüyordum. Biraz büyüdükçe hayatıma giren bisiklet, içimdeki coşku, ne hayallere şahit oldu o Ankara'nın sokakları.

Büyüyoruz sonra..

Yavaş yavaş...

Ah zaman nedir bu bizimle kavgan? Zamana bırakınca iyileşme arzum olmadı, zaman ne yapabilirdi ki ben istemeyince...
Bugün sabahtan beri gözümün önünde bir salıncak, yüksekten korkan ben ne kadar cesaretliyim o kocaman dev salıncakta.

Uçuş uçuş...

Gökyüzüne değiyor elim...

Sonra kokusu geliyor elimin...

Annemin elleri gibi kokuyor ellerim...

Amcamın şehit olduğu yaşı çoktan geçmişim... Çocukluğumun güzel adamı. Acaba yaşasaydı nasıl olurduk? Şimdi şu saatte beni arar mıydı?
Ağaç üstünde hayaller... Aşağıda benden ağaçtan koparacağım meyveyi bekleyen abla ve kardeş...

Ellerim yine gökyüzünde...
Ah bulutlar ne çektiniz yıllarca benden...

Beyaz, pofuduk bulutlar...

Lunaparkın içinden çıktım göklere.

Bence en büyük ihlas bir çocuğun gönlünde ve en temiz irfan bir çocuğun gözlerinde...

Çocukluğum, biliyor musun, seni çok özlüyorum. Öpüyorum gözlerinden. Kocaman sarılıyorum sana...

Üşüyorum yıllar sonra. Damarımda kan kalmamış gibi, gönlüm parça parça.

Duraksızım,

Bisikletimin hızla pedal çevirdiğimde çıkardığı sesi özlüyorum.

Gözlerim karanlığa değiyor ve beni geceden hep o uyandırıyor...

Çocukluğum seni çok özlüyorum. Hasretle selamlıyorum. Yeşili bu arada senden çıkardım. Benden çalmaya çalışan, çocukluğuma dokunmaya çalışan bir hırsızdı o.

Ahh Çocukluğum...

Üşüyorum...



2 Ocak 2017 Pazartesi

Zeytin Olsam...



Biraz yorgunum… Çok değil biraz…

Uzun uzun susmak, kimseyle konuşmak istemiyorum. İçimde olup biten içimde de çok güvende değil aslında. Ne zaman nasıl bir patlak vereceğini de bilmiyorum. Ama yine de konuşmak, anlatmak, izah etmek istemiyorum.

Kaç yaşındasın? Diye sordu geçenlerde biri. Kaç yaşındayım? Sahi ben kaç yıldır yaşıyorum?

Hilkatime isyanım yok, ama ne yalan deyim bazen tarhana çorbası, bazen zeytin olmak istiyorum. Tarhana çorbası neyse ama zeytin olsam ne güzel olurdu.

Aslında ben hayranım zeytine, örneğin dalından koparılıp yenilmiyor. Önce bazı işlemlerden geçmesi gerekiyor. Kırılıp acısının çıkarılması gerekiyor. Turşusunu da kuruyorlarmış yeni duydum. Ama duyduğumda mutlu oldum ve dedim “keşke zeytin olsaydım”.

Hangi şehirde diye düşünüyorum?

Yahut nasıl bir ağacın zeytini?

Siyah zeytin mi? Yeşil mi?

Şehir fark etmez, nereye gidersem gideyim hep o gurbeti yaşıyorum aslında. Hala kendime vatan edinebildiğim bir yer yok. Ankara ve İstanbul’u sevdiğim doğrudur. Ama bir yeri vatan edinebilmek ayrı. Nereye gidersem gideyim dünyada yaşadığım sürece biliyorum gurbetteyim.

“Nerelisin? Diye soranlara

 “Gurbetliyim” diyorum mesela genelde. Önce tuhaf tuhaf yüzüme bakıyorlar. Açıklama yapmaktan da yorulduğum için nüfus cüzdanımda yazan şehri söyleyip konuyu kapatıyorum. Aslına haklılar ama ben de haklıyım bence.

Böyle çok kökleri olan bir ağacın zeytini olmak istemezdim, ama cılız yeni bir ağaç ta da çiçekleneyim istemezdim. Orta halli olsun. Çok dikkat çekmesin, kendince ne kadar çok çiçeklenirse o kadar zeytini olsun. Mesela göze batmasın, kimse onun dallarını kırmaya çalışmasın. Hani olur ya, bahçedeki en güzel çiçek koparılır. En çok dikkat çeken o dur. Koparılmaktan yahut zarar uğramaktan korktuğum için değil ama sanırım kimse dokunmasın istiyorum.

Cılız olmasın, esen ilk rüzgârda devrilmesin, çok köklü olmasın, uzun yıllar görmüş geçirmiş, anılara, hatıralara şahit olmasın. Biliyorum böyle deyince “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” der gibi oluyorum ama aslında öyle değil. Sadece yorgunum..

Zeytine olan hayranlığımın yorgunluğumla alakası yok. Her şeyi mübarek. Ama mübarek olduğu için de hayran değilim. Sebepsiz, sorgusuz, sualsiz karşılıksız seviyorum. Ve sadece bunun için dahi zeytin olmak istiyorum.

Biliyorum içim…

Yine kursağın düğüm düğüm. Kendinden kaçarak konuşuyorsun yine biliyorum.

Biliyorum içim hınca hınç doldun yine. Geceden gündüze, gündüzden geceye kaçarak zaman öldürüyorsun.

Biliyorum içim…

Her söylediğin sözü yine söylemek istediklerini gizleyerek söylüyorsun.

Biliyorum içim…

Asırlarca susmak istiyorsun…

Biliyorum içim…

İçime sığmıyorsun…

Ama görüyorsun, ben de taşamıyorum. Ne olurdu ki, deniz kenarında küçük bir bahçede, orta halli bir ağacın sadece tek bir tane zeytini olsaydım…

Kendime zeytin dalı uzatayım bari… Genelde barışmak anlamına gelen bu ifadeyi belki içim teselli olarak kabul eder…

Bu arada, acaba zeytin çiçeği nasıl kokuyor ki? Limon çiçeği çok güzel kokuyor mesela, yahu iğde… Acaba zeytinin çiçeği nasıl kokuyor.


Küçük bir adet yeşil zeytin….