Bir yerde okumuştum ‘ilk ders kırmamak, son ders kırılmamak’
diyordu. Okumadan önce kendime şiar edindiğim bir ilkeydi ‘kırılmamak’. Fakat çok
acemiydim ve hem çok sevip hem de o sevdiklerime karşı kalbimi nasıl
koruyacağımı bilmiyordum.
Hep daha fazla sevmeyi seçtim. Ben daha çok sevmeyi
seçtikçe; kusurlar gözümde küçüldü, anlayışım çoğaldı, hoşgörüm arttı ve çok
sevdiklerim hep daha acımasız bir şekilde geldi.
Pes etmedim. Edeceğimi, uslanacağımı da zannetmiyorum. Fakat
kalbimi de bu süreçte koruyamadım. Melankoliyi, dramı sevmiyorum. Hem de hiç. Bu
yüzden derin derin nefesler alıyorum sürekli. Çiçekleri suluyorum, kitap
okuyorum, yazı yazıyorum. Yani bir şeyler arıyorum. Bulanlar arayanlardır
biliyorum.
Ama bazen.. Mesela şimdi, bir anda nedense kalbim sızlamaya
başlıyor. Burnum sızlıyor sonra..
Bugünlerde her şeyi çifter çifter yaşıyor gibiyim. Yok olmak
istiyordum mesela, isteğim galiba dergah-ı İlahi’de kabul olmuş ki yok sayıldığım
oluyor. Olsun diyorum, sessiz sakin yürürüz biter günlerimiz.
Ben insanın gücüne çok inanırım. İkna edilmedim, inandım
buna. Yani bir insanın, ruhunun gücüne çok inanırım. Olmazları oldurabilecek
bir güce sahip olduğumuzu bilirim, inanırım, savunurum, anlatırım.
Öyledir çünkü. Detay vermeyeceğim, fakat olur da detayları
konuşmak isterseniz şimdilik adresim belli.
Bu arada, Medusa’yı ve kara kedileri de her zaman ve hep
savunacağım. Çünkü sırf birilerinin saçma inançları yüzünden birilerinin
lanetlenmesini, onların dışlanmasının ne demek olduğunu 25 yaşlarındayken çok
iyi öğrendim. Öğrendiğime pişman olduğum bilgiler arasındadır bu da.
Hayır, öğrendim ne oldu? Sırat köprüsünden geçerken bana
destek mi olacak? Hayır. Ee ne oldu da öğrendik, hiç. Yemin ederim o kadar boş
bir şey ki.
Çifter çifter dedim ya yaşıyor gibiyim diye. Geçenlerdeydi,
öyle bir geceydi ki bir anda 14 yıl öncesinde bir geceye döndüm. Her şey üstüme
devrildi. Tozun dumanın içinde kaldım. Nurgül’e ve ablama yazdım. O gecenin
benim için açılımı şuydu; bazı düşmanlar, kör makaslarla etimi kemiğimden
ayırıyorlardı.
Ben her şeyi unutsam da o acıyı unutamıyorum.
Her şeyi de unutmuyorum bu arada, ne yazık ki 1,5 yaşını dahi
hatırlayan bir hafızam var. Hiçbir şey öylesine, gelişi-güzel yaratılmamıştır
felsefesine tutunarak onu da kabul ediyor ve unutamadığımız her şeyi de
sevgiyle takas ederek yaşıyoruz.
Yemin ederim her şeyin üstesinden sadece bu şekilde
geliyorum. Yoruluyorsam da bundan, tükeniyorsam da bundan.
Bu yol bizi nereye götürecek yemin ederim bilmiyorum.
Ben bilinmezliği hiç sevmem bu arada, hatta biraz blogla
müsemma olsun şuraya çıtırdan bir itiraf bırakayım; geçenlerde bir defter
yazmaya başladım. Deftere bilemiyorum diye başladım. Bilinmezlikle alakalı 5
satırdan sonra bu bilinmezlikleri ne kadar sevmediğimi anlatan 2 sayfa yazdım.
Ama ne kadar seviyorsan o kadar imtihanın oluyor ya işte tam
tersi de öyle, ne kadar sevmiyorsan da o kadar sınanıyorsun onunla.
Neyi sevip neyi sevmediğine de dikkat etmeli insan.
Şu an nasılım? Bilmiyorum :)
Bu yılın en bilmeyen ödülünü bana versinler istiyorum. Bilmiyorum
çünkü. Öyle hiçbir şeyin ortasında, bir bilinmezlikte, 14 yıl önce düştüğüm o
çölde, yönsüz, yolsuz, pusulasız, ayakkabısız ve çaysız kalmış gibiyim.
Lan bari kalemlerimi verseydiler; çölü boyardık.
bay