Evet, yeni bir yazı yazmamın
zamanı gelmiş belli ki. Bunu nasıl mı anlıyorum? Kendi kendime konuşmalarım
çoğaldı. Belli ki yine dolmuşum.
Bu sefer biraz öfke, biraz
kırgınlık, biraz farkındalıkla dolu içim.
Üzgünüm her şey için, bu
yazdıklarımın sorumlusu tamamen kendimim.
Önce neye kızdığımı anlatmak
istiyorum ama ahh toparlayamıyorum cümlelerimi. Yine de bu gece uykuya dalmadan
önce bu öfke içimde olmayacak onu biliyorum. Öfkeyi hiç yakıştıramam kendime. Çok
naif bir ruhum olduğundan değil, kendi öfkemden korktuğumdan, o sıra beynim
biraz farklı çalışıyor.
Neyse yeteri kadar dağınığım
zaten daha fazla dağılmak istemiyorum. Bu arada zor da olsa öğrendiğim bir şey
var. Evet, bunu yapmaya başladım. Artık sinirli olduğum zamanlarda karar
almıyorum. Bir şey yapmıyorum yani. Sakinleşmeyi bekliyorum.
Bugün fark ettiğim bir şeyden
başlayayım (kaç satır oldu ama ben yeni başlıyorum). Fark ettiğim beni biraz
sinirlendirdi. İnsanların bencil duygularına köle aradığını söyleyen Şems,
şimdilerde yaşıyor olsaydı ne derdi acaba? Artık insanlar sanki İlahlık
yarışları içerisine giriyor. Affedemiyorum, kendine bunu layık gören kimseyi
affedemiyorum.
İnsanın birini sevmesinin aslında
kendini sevmesiyle doğru orantılı olduğunu öğrendiğimde üzülmüştüm. Ama kabullenmek
zor olmadı, huzur ve refah içinde yaşamayı kendine layık gören zat tabii ki
kendisi için en rahat hayatı sunanı sevecekti. Fazlasını düşünerek ben biraz
saflık etmişim. Bunu anlamam yıllarımı aldı evet.
Önce birini taparcasına sevmeyi
anlayamıyordum. Her şeyiyle kendinin farklı bir kopyası olan insana bir insan
nasıl bu kadar teslim olur diyordum. Hatta bu teslimiyetin Rabb’e döndüğünü
düşündüğümde bir hayli heyecanlandığım da doğrudur. Sonra yavaş yavaş işte
zaman geçtikçe bu düşüncem ters yüz oldu. İnsan aslında kimseyi
putlaştırmıyordu, kendinden başka.
Hatalarla doluyuz ama
yuvarlandığımızın farkında değiliz işte.
Evet, insan aslında kendini
ilahlaştırıyordu, aslında kendine tapıyordu. Kendine layık gördüğü ve görmediği
şeyler vardı. Kendine bir makam tayin etmiş, bir saltanat kurmuş, başkalarının
onu tavaf etmesini, onun hizmetine girmesini arzu ediyordu. Kendi kendine bir
cennet ve cehennemi de vardı tabi olmaz mı?
Sevdiklerine gönlünü açıyor
sonuna kadar onun için fedakarlık (!) yaparken, sevmediklerini kendine göre
hidayet etmeye çalışıyor, hidayet olmayanı gönlünden çıkarıyordu. Bu da
cehennemdi.
Sanki pazardan portakal alıyoruz.
Bunları yazarken kanıma dokunuyor. Sevgiyi nasıl da sergi malzemesi haline
getirmişiz.
Bu bir kenarda dursun bir de Aşk,
Sevgi iyi-kötü tartışmaları dönüyor. Ne saçma!!!
Ama herkes her şeyi biliyor,
çünkü bilmiyoruz, bu ilahlık savaşı. En büyük olan kazanacak.
Tabi bir de Allah’ı kendine göre
uyarlangiller var, yani şu duam kabul olsun bunun duası kabul olmasın, şunun
belası verilsin bu çirkinleşsin.
Yeter ya, vallahi yeter.
Ne kadar itici ne kadar incitici
olduklarının nasıl bu kadar farkında olmazlar?
Bir de şey var, neyse…
Ortalık putlarla, sahte ilahlarla
dolu ama gram sevgi yok. Hani kendimiz için seviyorduk ne oldu? Yetmiyor değil
mi? Yetmez, hiç yetmedi. 124 bin Peygamber, 12 imam geldi yetmedi. Yetmez biliyorum.
Neyse yine sinirlendim. Herkesin her
şeyi bildiği bir dünya da hiçbir şey bilmediğim için şükürler olsun…